17 Şubat 2016 Çarşamba

MEVCUT SİSTEMDEN MEDET UMANLAR, ACINACAK HALE DÜŞER!

Mevcut sistemin hâkim sınıflarının yöneticileri öylesine yetenekliler ki bu yeteneklerine yetişmek neredeyse mümkün değil! Zaman zaman burjuva medya ve basınında bu yöneticiler ne de güzel yeteneklerini ortaya koyuyorlar. Ellerindeki güce arkalarındaki her türlü faşist güce dayanarak her geçen gün bu yeteneklerini daha da geliştiriyorlar. Elbette ki bu yetenekler insanı ve doğayı sömürmeye dayanmakta. Bu yeteneklerini en iyi yalanlarıyla ortaya koymaktalar. İsimlerini bile buraya yazmaya değmeyecek neye ve kime hizmet ettikleri ayan beyan ortada olan bir yöneticiye soruluyor “ son dönemlerde yapılan tutuklamalar eleştiriliyor”, yöneticinin cevabı yeteneğini ne de güzel sergiliyor  “Eleştiri güzel bir şeydir. Eleştirsinler. Ne mutlu ki memleketimiz demokratik, özgür bir toplumdan oluşuyor. Ne mutlu ki geniş bir toplumuz. Ne mutlu ki barış içinde kardeşçe yaşıyoruz. Eleştiriler memleketimizin gücünü, kuvvetini gösteriyor. Bundan güzel ne olabilir. Eleştirin, eleştirin hatta beş vakit eleştirin! Hem memlekette ne kadar eleştiri varsa o kadar demokrasi, o kadar özgürlük var demektir. Bundan dolayıdır ki ne mutlu bize.”

Bu sözlerin tam karşılığı nedir peki?  “Memlekette öylesine bir faşizm gerçekleştirdik ki, öylesine adaletsiz, hukuksuz, her türlü gaspa, inkâra, katliama, haksızlığa açığız ki ve bunu her alana yaymışız ki yatın kalkın beş vakit dua edin ne mutlu ki eleştiri yapıyorsunuz biz de buna izin veriyoruz”  karşılığı budur.

Yöneticilerin yetenekleri bunlarla da kalmıyor, ne diyorlar “sabah akşam şükredin bu günler huzur dolu, refah dolu, adalet dolu günler, hiç şikâyet etmeyin. Zaten nedir o öyle şikâyetmiş, muhalefetmiş, isyanmış uzak durun böyle şeylerden. Hem yasak, hem günah, ayıptır öyle şeyler yapmayın. Güzel güzel evden işe, işten eve, evden okula, okuldan eve, evden tarlaya, tarladan eve. Sakın yolunuzu şaşırmayın. Bugünler gelecek günlerden çok çok daha iyi ne mutlu size.”

İşte tam da bunun içindir ki bilimsel sosyalistler üretici güçleri her alanda örgütlemelidir. Bunun içindir ki daha fazla çalışmalıdır, daha fazla üretmelidir, daha fazla mücadele etmelidir. Mevcut sistemin hâkim sınıflarının her türlü medyasından basınından, özel mülkiyet anlayışından, köşe kapmaca yazarlarından, akademisyenlerinden, tüketim araçlarından uzak durmalıdır halkımız. Bu da ona sunulacak alternatif politikalarla, kültürle, sanatla, edebiyatla, bilimle olur.

Eleştirmek, eleştirmek, muhalefet, muhalefet hepsi ama hepsi mevcut sistemin hâkim sınıfları ve onların yöneticileri için çok fazla bir şey ifade etmiyor, hatta hatta bir yerleriyle gülüyorlar.

Geçmişten günümüze gelen ve halen devam eden en küçük bilimsel sosyalist mücadeleye ve toplumsal mücadeleler tarihine sahip çıkılmalı, onu yeniden güçlendirmeli, yeniden daha fazla örgütlenmeli ve örgütlemeliyiz.

Unutulmasın ki emperyalizmle, kapitalizmle, faşizmle, gericilikle, yobazlıkla, ırkçılıkla, milliyetçilikle, dincilikle, kısacası burjuvazinin çıkar ve menfaatleri için var olan her şeyle mücadelenin yolu, teorisi, pratiği Bilimsel Sosyalizmdir. Bilimsel Sosyalizmden en küçük sapma, en küçük ayrılık, en küçük zafiyet, en küçük kopuş hem kişiyi, hem toplulukları, hem hareketi, hem geçmişten günümüze gelen mücadele birikimini ya emperyalizmin ya kapitalizmin ya faşizmin ya da adı ne olursa olsun burjuvazinin hizmetine sunmak demektir. Özellikle son dönemlerde sözde "demokratlık adına, sol adına, sosyalizm adına, üretici güçlerin ve halkların mücadelesi adına mücadele edenler" bu sapmaya dikkat etmelidir. Aksi halde mevcut sistemin hâkim sınıfları ve yöneticileri daha çok yeteneklerini ortaya koyacaktır.

Bilimsel sosyalizmden sapmadan verilecek bir mücadele ancak bu yalan ve sahte yetenekleri yok edebilir. Yükseltilecek olan, örgütlenecek olan, paylaşılacak olan, üretilecek olan asla burjuva değerleri değil Bilimsel Sosyalist değerler olmalıdır.

HASAN HÜSEYİN BEYDİL
03.02.2012
MALATYA-DOĞANŞEHİR’DE KIZILBAŞ ALEVİLERE FAŞİST SALDIRI VE KIZILBAŞ ALEVİLİĞİ İDEOLOJİ ÜSTÜNE

 “MALATYA - Doğanşehir'in Sürgü Beldesi'nde Alevilerin yaşadığı bölgede rahatsız edici bir şekilde davul çalan davulcular ile Aleviler arasında çıkan tartışmanın ardından mahalleye gelen bir grup Alevilerin evlerine saldırdı. “ “…rahatsız edici bir şekilde davul çalan davulcular”  sahur vakti davul çalmak sadece rahatsız edici değildir, tam tersine muaviye islamının devamı olan Türk-islam-sünni ideolojisinin baskı ve dayatmasıdır. Bu baskı ve dayatma bilinçli bir şekilde oruç tutan ya da tutmayan herkesi bilinçli bir şekilde yönetme ve yönlendirmenin operasyonal eylemlerinden biridir. Artık günümüzde teknolojinin kırk bin çeşit uyandırma araç ve gereci var iken böylesine ilkel, böylesine gürültü ve rahatsızlık yaratan bir araçla sahura kaldırmaya çalışmak sadece baskı ve dayatmadır. Faşizm sadece şu ya da bu yolla olmaz, faşizm her türlü geleneği, inancı kullanarak toplum üzerinde baskı ve zorunu dayatır, sahur vakti davul çalmakta bunun bir parçasıdır. Bugüne kadar bunu sadece bir gelenek ya da rahatsız edici bir şey olarak düşünenler bunun faşizmin bir parçası olduğunu artık anlaması şarttır.
“…davulcular ile Aleviler arasında çıkan tartışmanın ardından mahalleye gelen bir grup Alevilerin evlerine saldırdı.”  Öncelikle herkesin şunu açık ve net bilmesi gerekiyor Kızılbaş Alevilerle hiçbir sıradan kişi ya da grup arasında tartışma olmaz, sadece Kızılbaş Alevilere yönelik bilerek, planlı, operasyonal saldırı, katliam ve soykırım olur. Küçük bir tartışma ya da saldırı gibi görünen her hareket önceden planlanmış ve örgütlenmiştir. Tarih bu ve benzeri saldırı, katliam ve soykırımla doludur. Bizzat mevcut sistemin kurumlarının ağzından ve bildirilerinden Kızılbaş Alevilere yönelik yapılan saldırı, katliam ve soykırımlar yasaldır, normaldir, hatta hatta sevaptır! Ayrıca bahsi geçen “bir grup” diye bir şey olamaz. Kızılbaş Alevilere yönelik saldırı, katliam ve soykırım tarih boyunca muaviye islam anlayışı üzerinden faşizm tarafından operasyonal bir planla yapılmıştır. Basit, dar, sıradan, gibi görünen ya da algılanan tartışmalar, saldırılar, vs diye bir olay ve olgu söz konusu değildir. Kızılbaş Alevilere yönelik saldırı, katliam ve soykırımları tarihsel süreçleri içerisinde kronolojik olarak inceleyen herkes en küçük gibi görünen arkasında nasıl bir planlı ve operasyonal faşist bir soykırımın devamlılığı görülecektir. Toplu ya da bireysel, lokal ya da bölgesel olmasına bakılmaksızın yaşadığımız coğrafyada her dönem Kızılbaş Alevilere yönelik sürekli ve kesintisiz bir saldırı, katliam ve soykırım planlı ve programlı bir şekilde uygulanmaktadır. Sanıldığının aksine ramazanda oruçlu olmak ya da olmamak değil mesele unutulması gereken faşizm kanla, baskıyla, şiddetle beslenir. Faşizmin gıdası kan dökme üstüne kuruludur ve kan dökmediğinde aç kalır, helak olur, güçten düşer ve bu kanı en çok ve en kolay döktüğü toplum Kızılbaş Alevi toplumudur. Kızılbaş Alevi kanı ile beslenmeyen faşizm ayakta duramaz. Tıpkı bir vampir gibi Kızılbaş Alevi kanını emmeden yaşayamaz faşizm. Her dönem ve her fırsatta mevcut sistemin iktidarları kendilerini daha güçlü daha sağlam kılabilmek adına Kızılbaş Alevi kanıyla beslenmeyi kendine ilke edinmiştir. Keza yaşadığımız coğrafyanın mevcut sistemi faşist ideolojisinin yenilenmesinde ve ilerlemesinde her türlü yol ve imkânı kullanarak Kızılbaş Alevilerin kanlarıyla kendilerini daha da güçlü kılmıştır. Unutulmasın ki Yavuz Sultan Selim ve pek çokları bu coğrafyada “Kızılırmak, Fırat, Dicle… Nehirleri Kızılbaş Alevi kanıyla sulanmadığı sürece payitahtımızda rahat oturamayız” söylemiyle varlıklarını devam ettirmiştir.

Neden bu saldırı, katliam ve soykırım, çünkü Kızılbaş Aleviler tarih boyunca insanın insanı ve doğayı sömürüsünü reddetmiştir, ortak yaşamı, ortak paylaşımı, ortak mülkiyeti, tüm insanlığı kardeş bilmesi vs esasını savunmuştur. Bu savunu her dönemdeki sömürgeci, katliamcı, soykırımcı, faşist yönetimlerin inkâr ve imha operasyonlarına sebep olmuştur. Tarih boyunca Kızılbaş Alevi toplumu ve ona önderlik edenler toplu ya da bireysel, lokal ya da bölgesel olarak saldırı, katliam ve soykırıma uğramıştır.

“Alevilerin dini inançlarından ötürü yaşadıkları baskılara bir yenisi daha eklendi. Alevilerin yoğunlukta yaşadığı Malatya'nın Doğanşehir İlçesi'ne bağlı Sürgü Beldesi'nde 2 gün önce Alevi yurttaşlara yönelik saldırı gerçekleştirildiği ortaya çıktı. “ “Alevilerin dini inançlarından ötürü yaşadıkları baskılara bir yenisi daha eklendi…” Kızılbaş Alevilerin dini inancı olmadığını anlamak için fazla değil üç tane Kızılbaş Alevi evine gitmeniz yeterlidir. Tıpkı burjuva basının gibi çeşitli devrimci, demokrat, sol basın da halen Kızılbaş Aleviliği anlamış kavramış değildir.  Kızılbaş Aleviliği anlamak, kavramak için çok fazla kafa karışıklığına gerek yok, evet böyle bir toplum var ve bin yıllardır yaşıyor ve ne olduğunu, ne olmadığını da bilen bir toplumdur. Din dediğiniz kavram aynı zamanda bir siyasettir, aynı zamanda bir ideolojidir. Eğer bu anlamda kullanıyorsanız bir açıdan doğrudur. Ancak esas olan Kızılbaş Aleviliği bir dünya görüşüdür, bir felsefedir, bir ideolojidir. Muaviye islamı, Türk-islam-sünniliği ve devamı olan faşizmde birer dünya görüşüdür, birer siyasettir, birer ideolojidir. Kızılbaş Alevilik ile muaviye islamını, Türk-islam-sünniliğini ve faşizmi adeta sıradan, basit, bireysel, hiçbir tarihsel sürekliliği olmayan bir çatışmalı ve çelişki durum gibi tarif edemeyiz ki bu tarz tarifler sadece mevcut sistemin değirmenine su taşımaktır. Adeta küçük bir grup üzerinde çeşitli zaman ve mekânlar sıradan mahalle kavgası tarzında üçünce sayfa haberi niteliğinde haberler gibi Alevilere yönelik saldırı, katliam ve soykırımlara bu gözle bakılamaz.

Tarihsel süreç açık ve net Kızılbaş Alevilere yönelik saldırı, katliam ve soykırımlar doğrudan mevcut sistemlerin hâkim güçleri tarafından planlı, programlı ve operasyonal yapıldığını göstermektedir. Bu coğrafyanın sol, sosyalist, demokrat, devrimci, komünist çevreleri, okuru yazarı, aydını, ideoloğu vs açık ve net bir şekilde anlamalıdır ki muaviye islamı, Türk-islam-sünniliği mevcut sistemin faşist ideolojisinin adıdır. Sünniliği halen mezhep, muaviye islamını da halen din olarak kabul etmek ve onun üzerinden değerlendirmeler yapmak hem tarih, hem ideolojik, hem de politik bilgi eksikliği ve inkârı üzerine kuruludur. “ben sünni kökenli komünistim, ben sünni kökenli devrimciyim, ben sünni kökenli sosyalistim, ben sünni kökenli demokratım” gibi sözler yıllardır bu coğrafyada kullanılmaktadır ve yanlıştır, hatalıdır. Bu şekilde sünnilikle bu kavramları bir araya getirmek ve dillendirmek sadece ve sadece mevcut sistemi bilerek ya da bilmeyerek meşrulaştırmaktır. Muaviye islamı ve devamı olan sünnilik bir ideolojidir, siyasettir. Yönetim şekliyle, ekonomik anlayışıyla, bürokrasisiyle, kültürel faaliyetleriyle, eğitim sistemiyle, güvenlik sistemiyle, uluslararası ilişkileriyle, işbirlikleriyle mevcut sistemin ideolojisi muaviye islamı/sünnilikle tariflenmektedir. Bu ideoloji her dönem ve çağda Kızılbaş Aleviliğe karşıdır ve Kızılbaş Aleviliğin inkâr ve imhası onun için doğal bir temizlik operasyonudur.

“Edinilen bilgilere göre; Ramazan ayı dolayısıyla sahur vaktinde Alevi yurttaşların yaşadıkları mahallede uzun süre ve rahatsız edici bir şekilde davul çalınması üzerine tartışma çıktı. Tartışmanın büyümesi üzerine bir grup Alevilerin yaşadıkları mahalleyi basarak Alevilerin evlerine saldırdı. “ Mevcut sistemin hiçbir yasal kurumunun bu ve benzeri saldırı, katliam ve soykırıma karşı anında müdahale etmemesine kimse şaşırmasın. Bu coğrafyada mevcut sistem ya da onun savunucularının Kızılbaş Alevilere yönelik saldırı, katliam ve soykırım onlar için meşrudur. Bunu hem yasal, hem fetva, hem ayet ve hadislerle desteği de vardır. Yasalar, fetvalar, ayetler ve hadisler öylesine uyarlanmış ve planlanmıştır ki herhangi bir kişi için yani alevi olmayan biri ya da birileri için Kızılbaş Alevilere yönelik saldırı, katliam ve soykırım meşruiyet kazandırılmıştır. “Kimi Alevi evlerinin camlarını kırdıktan sonra mahallede yürüyüş yapan grubun, "Sürgü Alevilere mezar olacak", "Sürgü Kürtlere mezar olacak" sloganları attığı belirtildi. Grubun sıklıkla Kızılbaş Alevi yurttaşları tahrik edercesine küfürler etmesine rağmen, herhangi bir önlemin alınmadığı bildirildi. Jandarmaya haber verilmesine rağmen bütün gece müdahale edilmediğini ifade eden Hatun Bigeç, yaşananları protesto etmek için bugün kendilerinin de sokağa çıkacağını kaydetti. Bigeç, devletin önlem almaması durumunda çatışmanın dahi çıkabileceğini aktararak, can güvenliklerinin olmadığını aktardı. “

Elbette hiçbir önlem alınmayacak, çünkü Kızılbaş Alevilere yönelik saldırı, katliam ve soykırım hem yasaldır, hem sevaptır, hem de cennetten yer edinmenin en kolay yoludur. Tarih binlerce örneğiyle doludur “Alevilerin kestiği yenmez, Alevilerin kanını dökmek cenneti mekân olmaktır, Alevilerden alış veriş yapılmaz vs” gibi söylemlerle.  Bu ve benzeri saldırı, katliam ve soykırımlar ve denemeleri sanıldığı kadar basit ve sıradan değil bunu anlamak için Kızılbaş Alevi olmak, Kızılbaş Alevi’ce düşünmek, Kızılbaş Alevi tarihini bilmek yeterlidir. Uzaktan gazel okunarak, içini dışının bilmediğin, tarihsel geçmişini anlamadan bu saldırıları anlamak mümkün değildir. Bu saldırıları anlamayan sadece Kızılbaş Alevi olmayanlar değil, Alevi olduğunu iddia eden çeşitli kişi ve kurumlarda bu saldırıları anlamamaktadır. Bunun temelinde bu kişi ve kurumların çoğunun sadece mevcut sistemin meşruiyeti adına varlıklarını sürdürmeleridir. Kızılbaş Aleviliğin ideolojik politik, tarihsel perspektifini anlamak, anlatmak, yayınlaştırmak yerine dar, sığ iddia ve taleplerle Kızılbaş Alevilerin de dar ve sığ bir ortama çekilmesi esas alınmaktadır.

Dikkat edilirse son yıllarda Kızılbaş Alevilik denildiğinde “zorunlu din derslerinin kaldırılması, diyanetin kaldırılması, madımak oteli ’nin müze yapılması, cemevlerinin ibadethane olması vs” gibi dar ve sığ talepler etrafında dönülüp durulmaktadır. Kızılbaş Alevilik hem bu coğrafyada hem de başka ülkelerde neredeyse bu birkaç talepte bulunan bir topluluk ya da sivil toplum hareketi gibi algılanmakta ki bu algı hem eksik, hem sakat, hem de Aleviliği bilerek ya da bilmeyerek burjuva liberal bataklığına sürüklemektedir. Öncelikle mevcut sistemin diyaneti ve zorunlu din derslerini kaldırmasını sadece demokratik mücadele ve taleplerle yasal yollardan elde etme düşüncesi sadece saflık değil, aynı zamanda mevcut sistemin varoluşunun muaviye islam anlayışına dayandığını anlamamak demektir, ayrıca mevcut sistem diyaneti kapatsa dahi onun yerine adı başka ama işlevi aynı olan bir başka kurumla yine Türk-islam-sünni faşist ideolojisine devam edecektir. İstiklal mahkemeler, devlet güvenlik mahkemeleri, özel yetkili mahkemeler, ağır ağır ceza mahkemeleri vs gibi isimler değişse de işlevleri aynı olan yargı sistemi gibi bir durumdan başka bir değişliğe uğramayacaktır diyanet işleri. Dolayısıyla bu talebin ve buna karşı verilen mücadelenin çokta sonuç alıcı olmayacağı açık ve nettir. Zorunlu din dersleri ise son 4+4+4 ile hafta da kaç saat olduğu ve daha da neler olacağı gerçeği de ortadadır. Yani sen kalkmasını istedikçe o artırmakta ve çoğaltmakta, yayınlaştırmakta. Dolayısıyla bu talebinde karşılığı ortadadır. Cemevlerine gelince cemevlerinin ibadethanemi yoksa halk meclisi, halk mahkemesi, halkın kendi ortak yaşamını, ortak paylaşımını, ortak mülkiyetini sevk ve idare ettiği, tarihsel, kültürel paylaşımlarını bir arada güvenli olan her yerde yaptığı bir toplanma, toplantı, bir araya gelme eyleminin yeri değil midir. Hemen çok gerilere değil birkaç on yıllar öncesinde cemevi neredeydi, nasıldı ve cemevi mi deniliyordu, köy, kasaba ya da şehirlerde belirlenen herhangi bir evde Kızılbaş Alevilerin bir araya gelerek yukarıda da saydığımız eylem, faaliyet, etkinlik, paylaşım, üretimleri yaptığı cemi yapardı. Şimdilerde köylerde, kasabalarda, kentlerde adı cemevi olan hatta tabelası bile olan ve adım adım Kızılbaş Aleviliği bir din ve mezhep kervanına sürükleyen yapılanmaların savunusu ne kadar Kızılbaş Alevicedir, kaldı ki mevcut sistem iktidar ya da muhalefet belediye ya da diğer idari kurumlar tarafından gecekondu muamelesi görmekte ve sözde kaçak yapı vs adı altında yıkılmakta ya da yasak edilmektedir. Cem ve cemevi Kızılbaş Aleviler için güvenli oldukları her yerde yapılabilir ve yapılmalıdır da. Keza diyelim ki her mahallede cemevi olsun ki şu an pek çok yerde de cemevi bulunmakta, peki yılda, altı ayda, ayda kaç defa cem yapılmaktadır, diyelim ki ayda bir yapılsın ki öyle bir şey yok, yapılan cemlerde Kızılbaş Aleviliğin felsefesi, ideolojisi, tarihsel süreci, ne kadar gelen insanlara anlatılmakta, cem evlerinde ne kadar Kızılbaş Alevi’ce örgütlenme ve bilinçlenme söz konusudur, tabi ki zayıf, sığ, dar bir örgütlenme ve bilinçlenme söz konusudur. Cem ve cemevleri ya da cem yapılacak olan yerler Kızılbaş Alevi’ce bir yaşamı örgütlemedikten ve bilinç taşımadıktan sonra yasal olması ya da olmaması çok da önemli değildir. Kaldı ki günümüzde cemler dedelerin idaresinde yapılmaktadır ki dedelik makamının son yıllarda sıkıntılı bir durum aldığı açık ve nettir. Dedelerin çoğunun nesli tükenmektedir ve çocuklarının çocuğu da bu görevi yapmamakta ısrarlıdırlar ve soya dayalı devamlılık yerine görev ve sorumluk esasına dayalı dedeliğin devamı sorunu da çözülmemiştir. Her geçen gün Alevilik adına yapıldığı iddia edilen pek çok girişim, faaliyet vs sadece Kızılbaş Alevilerin her geçen gün daha fazla mevcut sisteme entegrasyonu ve yasal zemine çekilmeleri ve zamanla da bilerek ya da bilmeyerek Türk-islam-sünni sistemi içerisinde yer edinme çabası ile şekillenmektedir. Bu Kızılbaş Alevi ideolojisinin, felsefesinin, tarihsel özünün hem mevcut sistemin hem de Kızılbaş Alevilerinin kendi eliyle kendilerini yok etmelerinden başka bir şey değildir.

Kızılbaş Aleviliği tarihsel geçmişinden günümüze hedefleri, amaçları, ayaklanmaları, isyanları, katliamları, soykırımları, inkâr ve imhalarıyla, yaşam biçimleri, dünya görüşleriyle, ortak yaşam, ortak paylaşım, ortak mülkiyet ve insanın insanı ve doğayı sömürmemesi temelindeki anlayışını değerlendirip, yeniden sınıfsız, sınırsız, cinsiyetsiz, bir toplum yaratmanın öncüsü yapma adına örgütlemeliyiz.


HASAN HÜSEYİN BEYDİL
01.08.2012
PROVAKASYON MU, DEVRİM PROVASI MI?

Yatın, kalkın, iş güç, okul ev, fabrika, tarla, gezin, tozun, eğlenin, gülün oynayın, sonra hiç bir şey olmamış gibi akşam olunca yatın uyuyun, atın tutun, sabah kalkın aynı şeylere devam edin!

Sonrada evleri işaretlemişler bilmem ne deyin, senin evini işaretlemesine gerek yok sen daha doğar doğmaz bu ülkede fişlisin!

Hala bunu bilmeyen almayan aymazlar çıkıpta sanki yeni bir şey oluyormuş gibi çığlık atıp durmasın!

Devrime Sosyalizme devrimci mücadeleye sırtını dönenler unutmasın ki her zaman faşizm tarafından katledilmeye mahkûmdur. Devrimi desteklemeyeceksin, devrimcileri desteklemeyeceksin, devrimci mücadelenin yanında olmayacaksın sonra evi kapıyı işaretlediler diye ver yansın edeceksin yok öyle dava!

Daha dün Roboski ’de bombaları yağdıran kimdi? Daha birkaç gün sonra Sivas katliamını zaman aşımına uğratan kimdi? Hrant’ın katilini hayır örgüt değil çoluk çocuk işi diyen kimdi?

Daha geçen yıl Maraş katliamının protestosu yapılırken faşistlerin bir katliam provası daha yaptığı yer neresiydi?

Bugün daha bugün, Ankara üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesin de saldırıları gerçekleştirenler kimdi?

Nazi partilerini aratmayan faşist eylemler yap anlar nerede yaptılar daha dün?

Saymakla bitmez, lafı sözü bırakın Devrime, Sosyalizme, yüzünü dönmeyenler, Devrime, devrimcilere destek olmayan, yoldaş olmayanlar, yani sen, ben, o kısacası hepimiz faşizme karşı mücadele cephesinde bir olmadığımız sürece daha çok kapı pencere işaretlenecek.

Yarın Adıyaman’dan katliam haberlerini duyana kadar, kadın demeden, çocuk demeden katledilenlerin sayısı şu kadar denilene kadar yatalım uyuyalım dilimizi kışımızın altına alalım!

Sonrada iki basın açıklaması, iki protesto üç beş aydın sanatçı gitsin gelsin Adıyaman’a, bir iki de meclis konuşması, sonra meclis araştırma komisyonu, ardından aihm ye gidelim, yetmez, yetmez bir daha evet evet diyelim.

Hatta belli saatlerde ışıkları söndürelim yakalım, o da yetmez yetmez, müzakere yapalım, konuşalım hele bir tartışalım, bir bakalım beklide bir anayasa yapılır, oradan da belki bir iki kırıntı verilir, ne olur ne olmaz burnumuzun dibinde ne Kürdistan’ı görelim ne Suriye’yi görelim ne Yunanistan’ı ne de diğerlerini seyredelim bol bol haberleri yazalım, çizelim, yorumlayalım, devam devam durmak yok yola devam!

Sonra soytarıca sözde sol, Sosyalizm adına liberalizmi pohpohlayalım, o da yetmezse hadi cesaretin varsa şeriata gidelim diye nara atalım!

Vay vay vay onca yıl, onca sene, onca feda, onca isyan, onca katliam, onca mücadele bir gecede teslim edilecek öylemi? Bunları yaşamak, bunları duymak, bunları bilmek, bunları görmek bir çürümedir.

Evet, bir çürümedir.

Çürüme toplumun her alanına, her noktasına işlemiş ise, o toplumda Devrim koşulları hazır demektir.

Yeter ki bu devrimi yapacak devrimciler, sosyalistler, komünistler üzerlerine düşeni yapsın.

Aksi halde önümüzde ki günler eğlencenin, festivallerin, konserlerin, düğünlerin, bayramların günü olacaktır!


Ama kime, kimin, kimilerin düğünü bayramı olur izleyin! Az sonra!

HASAN HÜSEYİN BEYDİL
01.03.2012
“ÖZGÜR SURİYE ORDUSU”, “TERÖRİST” DEĞİL, EMPERYALİST İŞBİRLİKÇİ SÖZDE MUHALİFLER

1.“DAMDA SIKIŞTIRILAN TERÖRİSTLER ŞAM'DA BÖYLE ÖLDÜRÜLDÜ

Suriye'nin başkenti Şam'ın Besatin El-razi bölgesinde dün Suriye askerleri, vatandaşların ihbarı üzerine bölgeye giriş yapan teröristlerin peşine düştü. Şam'dan yayın yapan Addounia TV iki tarafın arasında yaşanan çatışmanın görüntüsünü yayınladı. Görüntüde 3 kişiden oluşan terörist silahlı grup bir binanın çatısından Suriye askerleriyle çatışmaya giriyor, Suriye askerleri terörist grubu kurşun yağmuruna tutuyor. Direnişçilerin biri karşılık vererek çatıdan yaralı halde kaçıyor. Diğer 2 terörist kurşunların hedefi oluyor ve olay yerinde can veriyor. Haber: Ahmet Haşim MUHTAROĞLU- DHA

“…mekânları cehennemin dibi olsun geberin amerika köpekleri...”
“…korsan sürüsüne geçit vermeyin…”
“cehenneme gidin şerefsizler”
“şerefsizler yezidin köpekleri”
“temizlik devam ediyor…”
…”israil ve abd uşaklarının gebermesi…”
“…insanlık iki pislikten kurtuldu…”

2.“SURİYELİ TERÖRİSTLERİN KOMUTANI İŞTE BÖYLE YAKALANDI

Dışarda piyonlar savaşırken içerde komutanları âlemde. Terörist Özgür Suriye Ordusu'na bağlı El Faruk Tugaylarının komutanı Abdulrezzak Tlass fena yakalandı. Tlass'ın bilgisayarına sızan Suriyeli hackerlar, adı bilinmeyen bir kadınla sanal seks yaptığı görüntüleri sızdırdı. Videoda mastürbasyon yaparken görüntülendi. Tlass, 1987 doğumlu ve radikal İslamcı söylemleriyle biliniyor. Hacker'lar, Tlass'ın internet üzerinden yazıştığı kadınları şöyle kandırıyormuş Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın devrilmesinin ardından ordunun başına geçeceğini ve onları cariyeleri yapacağını anlattığını aktardılar.”

“Bu o. çocuklarını Türkiye besliyor öyle mi?
“bu şerefsizlerden bunlar beklenirdi”
“bunlar yahudi tohumu şerefsizler”
“t.e. beslemelerinden de bu beklenir”
“islam bopiçlere kaldı”
“t.e. köpekleri”

3.“TEKBİR SESLERİYLE KAFA KESİYORLAR

Suriyeli teröristlerin kafa kesme görüntüsü Terörist Aşağılık katiller Ordusu katliam yapıyor Yayınlanan son görüntüler ise isyan ettiren cinsten... Terörist Özgür Suriye Ordusu'na bağlı muhalif birlikler Halep'te kim olduğu bilinmeyen bir adamın kafasını keserken görüntülendi. Küçücük bir bıçakla kurban keser gibi kafa kesen teröristler bu sırada Alla hu Ekber diye bağırıyorlar. Görüntüler izlenecek gibi değil. O yüzden sansürlenmiş olarak kısa bir kısmını yayınlıyoruz.”

“T.e.  mücahitleri kafa kesiyor”
“lanet olsun münafık şeytanlara”
“insanlıktan çıkmış bunlar”
“Şerefsiz, soysuz köpekler!”
“Sizden ne özgür ordu olur, ne de insan!”
“Suriye' ye demokrasiyi siz, bu şekilde mi getireceksiniz?”
“Size de, size destek olan o aşağılık yaratıklara da binlerce kez lanet olsun!”
“böyle işkenceyi ve öldürmeyi yahudiler bile yapmıyor ne biçim yaratıklar bunlar hayvan…”

Yukardaki gibi binlerce haber ve yorumla karşılaşmamız mümkün.
“özgür Suriye ordusu” diyenler yani emperyalist işbirlikçiler ve “terörist, şerefsiz, onun bunun tohumu, falanın filanın ordusu vs” diyenler sözde Suriye dostları çok iyi bilmelidir ki bahsedilen kişilere söylenen bu tür tanımlamalar yanlıştır. Herhangi bir olayı ve/veya olguyu ne kadar doğru bir kavramla tanımlarsak o olay ve/veya olguya dair o kadar doğru çözümlemelerde yaparız. Öncelikle “özgür Suriye ordusu ya da terörist” demenin olay ve/veya olguyu doğru tanımlamak olmadığını anlamalıyız. Muhalefet, mücadele, savaş, direnme adına pohpohlama ya da küfür etmenin olayı ve/veya olguyu anlamamıza hiçbir faydası olamaz.

Suriye’de “özgür Suriye ordusu” ya da “teröristler” eliyle yapılmak istenen tamamen emperyalizme hizmettir. Yeni bir Libya, Mısır, Tunus, Fas, Irak, Afganistan vs yaratma adına başlatılan işgal planıdır. Öncelikle bunu tam olarak kavramak şarttır. Dolayısıyla oradaki bu işgali destekleyen ve bir yandan da sözde özgürlük, demokrasi, eşitlik adına mücadele ettiğini iddia edenlerin emperyalist işbirlikçi sözde muhalifler olduğunu anlamak olay ve/veya olguyu anlamamızda daha da yardımcı olacaktır.

Emperyalist işbirlikçi sözde muhalifleri “özgür Suriye ordusu” ya da “terörist” diye tanımlamak hem Suriye’de olup bitenleri hem de yaşadığımız coğrafyada olup bitenleri anlamamızın yanlışlığını ortaya koymaktadır. Suriye’de emperyalist işbirlikçi sözde muhalifler bugün elde silah, bayrak, sokaklarda ya da internet ortamlarında her ne yapıyorsa yaşadığımız coğrafyadaki işbirlikçi sözde solcularda aynısını yapmaktadır. Emperyalist işbirlikçi sözde muhalifler sadece Suriye’de faaliyet yürütmüyorlar hem yaşadığımız coğrafya da hem de emperyalizmin işgal ettiği ve edeceği her coğrafyada faaliyet yürütüyorlar.

Bu oyunlar, operasyonlar, stratejiler ve taktikler yeni değil. Özellikle 1950’ler emperyalizmin enternasyonalizm karşısında güç olma, egemen olma hedefinin planları ve projelerinin teorisi ve pratiği başlamıştır. Enternasyonalizme karşı küreselleşme ve globalleşme adı altında emperyalizm kavramı demokrasi, özgürlük, eşitlik, barış gibi sola ait kavramlarla giydirildi. Hatta hatta kimi sol, sosyalist çevreler daha da ileri giderek “emperyalizmin kalmadığını, olmadığını, antiemperyalist olmanın gereğinin olmadığı…” ileri sürmektedir. Bir adım daha ilerleyenler antiemperyalizmin ulusçuluk olduğunu bile söyleyecek kadar işbirlikçiliği en ileri boyutlara taşımıştır. Oysa emperyalizm karşısında enternasyonalizmi savunmak kendine her sol, sosyalist, demokrat, komünistim diyenin görevlerindendir. Enternasyonalizm kuru kuru savunulacak bir kavram da değildir, enternasyonalizmin pek çok savunulma gerekçesinin yanında en temel savunulma gerekçesi emperyalizme ve kapitalizme karşı olmasıdır. Karşı olmak ise salt oturduğun yerden antiemperyalist olmak da değildir. Gerektiğinde her türlü bedeli ödeme cesaretini gösterecek boyutta emperyalizme karşı savaşmayı da önüne koyar.

Çok basit aslında her şey. O kadar kavram kargaşasına bir yığın olay ve olguyu tartışmaya gerek yok.

Kendini sol, sosyalist, komünist, devrimci olarak tanımlayan ve hayatını da ideolojik politik olarak bu düzlemde şekillendiren her kim olursa olsun emperyalizme karşıdır. Aynı şekilde kapitalizme de karşıdır. Kapitalizme ve emperyalizme karşı olan Suriye’deki emperyalist işgale de karşı olmalıdır.

Özgür Suriye ordusu ya da teröristler denilmesi emperyalist işbirlikçiliğin esasında üstünün kapanmaya çalışılmasıdır.

Suriye’deki işgal planları ve işbirlikçiliğin geldiği boyuta karşı olunduğu kadar Filistin’deki, Afganistan’daki, Irak’taki, Kürdistan’daki, Libya’daki, Tunus’taki, Mısır’daki ve daha pek çok ülkedeki emperyalist katliamlara, işgallere, parçalanmalara, savaşlara her sol, sosyalist, komünist, devrimcinin karşı olması şarttır. Ben ki senin ki onun ki diye bir şey söz konusu olamaz. Emperyalist işgal işgaldir ve her nerede olduğuna bakılmaksızın kapitalizme hizmet eden her işgale karşı olunmalıdır. Ancak bu karşı duruş enternasyonal savunma birlikleriyle, enternasyonal öncü müfrezeleriyle olmazsa her nerede olursa olsun sonuçta emperyalizm kazanacaktır.

İnsanın insanı ve doğayı sömürmesi yani kapitalizm karşısında enternasyonalist bir savunma anlayışı örgütlenmediği sürece yerel, lokal, bölgesel mücadeleler zamanla ezilmekte ve yetersiz kalmaktadır.

Sözde Arap baharında görüldü ki mevcut sistemleri ve o ülkelerdeki yeterli düzeyde örgütlenmemiş olan enternasyonalist birlikler olmadığından ve öncü müfrezelerinin yetersizliğinden dolayı emperyalizm başarılı olmuştur.

Suriye esasında sadece tek bir ülke gibi algılanmalıdır. Suriye esasında Lübnan, Ürdün, Filistin, Türkiye, Irak, Kürdistan, İran hepsini bir arada ele almak gerekmektedir. Özellikle son on yıllarda bu coğrafya emperyalizmin antrenman sahası olmuştur. Burada her türlü ekonomik politik, askeri araç gereçlerini denemekte, kullanmakta, sömürmekte.

İran’a ve Suriye’ye bakın Irak gibi olacaksınız boşuna direnmeyin emperyalizm Türkiye’yi ve diğer islam ülkelerini yanına alarak bu isteğini de daha güçlendirmeye çalışmaktadır.

Buraya kadar ve daha da bir milyon analiz yapılabilir oysa esas enerjimizi, esas gücümüzü harcamamız gereken bu emperyalist işgallere karşı enternasyonal bir savunma birliğinin oluşturulmasını tartışmalı konuşmalıyız. Bu birliği de hayal olarak görmekten herkesin çıkması şarttır. Basit, dar, sıradan, sığ tartışmalarla enerjimizi tüketmek yerine, oluşmuş ya da oluşacak ne kadar emperyalist işgal varsa bunu karşısında güçlü, savaşan, direnen bir enternasyonal güç oluşturmalıyız. Suriye’ye yönelik işgal denemesinde pek çok çevrenin gerçek rengi ortaya çıkmıştır, bu gerçeklerin açığa çıktığı günümüz koşullarında öncelikli olarak komünistlerin birliği temelinden hareketle bu coğrafyada oluşacak bir enternasyonal oluşturulmalı ve bu daha ileri aşamada geniş coğrafyalara ulaştırılmalıdır. Aksi durum hiç kimse için iyi olmaz.

Emperyalizm ve işbirlikçileri gece gündüz çalışıyor daha fazla kan, daha fazla sömürü, daha fazla işgal adına.

Enternasyonalizmde emperyalizme karşı kat kat daha fazla çalışması şarttır.

Günümüzde bu emperyalist işgaller ya da işgal çabaları karşısında burjuva aydınlarının, burjuva iktidarlarının, ab’nin, bm’nin, diğer pek çok uluslararası kurumun tutumu açık hepsi sonuçta kapitalizm çıkarı neredeyse ona evet diyen bir tutum, burada şaşılacak bir durum söz konusu değil. Kendi iktidarlarının ve egemenliklerinin devamı için bu savaşlar, katliamlar ve işgaller şart! Aksi halde varoluş koşulları yok olur.

İşgalci, katliamcı, savaşçı her türlü emperyalizmin eylemlerine karşı enternasyonalizmi örgütlemeliyiz…


HASAN HÜSEYİN BEYDİL
21.08.2012
KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELEDE, TEMELİ ÜRETİCİ GÜÇLERE DAYANMAYAN HİÇ BİR YAPI AYAKTA DURAMAZ

Kışların yoğun geçtiği ülkelerde çatılar oldukça uzun ve büyük olur, neden, çünkü evler yoğun kar ve yağmura karşı daha korunaklı olsun diye.

Yine de temel olmadan, temeli sağlam olmadan, iyi etüt edilmeden çatı ne kadar uzun ya da büyük olursa olsun hiçbir yağış sistemine dayanıklı olmaz.

Ayrıca son on yıllarda gerçekleşen depremler ve sonucunda meydana gelen can ve mal kaybı zemin etütleri hem şart olmuştur hem de daha da önem kazanmıştır.

Tabi ki zemin etüdü de işin bilimsel, gerçekçi, güvenilir şartlarına uygun yapılırsa doğru bir etüt yapılmış olur.

Zemin etütleri genel de elektrik prospeksiyon, sismik, elektromanyetik vs gibi yöntemlerle yapılmakta biz de daha çok ilk ikisi kullanılsa da ikinci yöntem başlangıçta ihmal edilmiştir ki bu hem bilimsellik hem de güvenilirlik açısında çok önem arz eder.

Ayrıca daha düne kadar ve hatta pek çok yer de halen bu kesin ve doğru yöntemler kullanılmak yerine dört beş noktada yapılan mekanik sondajla zemin etüdü yapılmaktaydı. Kaldı ki mekanik sondaj yıllardır yapılmakta ve sonuçları gerçekleşen depremlerdeki kayıplarla karşılaştırıldığında ne kadar güvenli sonuçlar alınıp alınmadığı görülecektir.

Evet, günümüzde ne kadar sismik yöntemle zemin etütleri tam anlamıyla yapılmasa da imzayı atan projeyi ruhsatı kapıyor ve iş bitiriyor.

Uzun uzun burada jeofizik yazmayı düşünmüyorum elbette.

Ayrıca bu işin ekonomik boyutuna ve maliyetlerin normal de ne kadar az olmasına rağmen kimlerin nerede, nasıl rantlar, karlar elde ettiğine de girmeyeceğim.

Çatı, temel derken mühendislik sorunlarına da girdik ama aslında her iki sorun arasında da özü itibariyle diyalektik bir bağ var. Bu da ayrı bir çalışmam olacak zaten.

Her ne yapılırsa yapılsın, her nerede yapılırsa yapılsın, kim ya da kimler tarafından yapılırsa yapılsın, konu, olay, yer, mekân, vs ne olursa olsun zemin doğru, bilimsel, güvenilir, sağlıklı, bir şekilde ele alınıp, incelenmeden, analizi, sentezi yapılmadan “kervan yolda düzelir” deyip yola çıkıldığı sürece daha çok çatıdan evin göbeğine göbeğine su da sızar, duvarlar çatlar, zamanla evin halini ilk depremde –darbede- seyredin!

Dolaysıyla çatıya çıkmadan zemini doğru düzgün etüt etmeden kurulacak küçük bir “kanaryaları koruma derneği” bile daha başlangıçtan kaybetmek demektir. Tabi daha baştan bu sonucu bilenler özellikle bu tür yöntemlerle bu işlere başlıyorsa orasını kim bilebilir.

Çatı öncelikle temel bir sorundur. Birlik, blok, cephe uzantılarının bir yerde toplanıp çoğalıp birikmesi ve sonuçta daha merkezi hale gelmesi sorunun diğer bir adına çatı denilse de bu yaklaşım özünde çatıdan çok “temel” olarak konulsa daha gelişkin olabilir. Temeli oluşmadan çatıyı kurmak ne kadar dayanıklı ne kadar uzun vadeli kılabilir ki. Dolayısıyla çatı yerine öncelik temel olmalı. Henüz ilkeler, plan, program, tüzük, bileşenler, üzerine tartışmalar netleşmemişken bodoslama çatı kurmanın daha başlamadan ilk yağışla çöküş anlamına gelecektir bu durum.

Tabi bu daha çok ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, emek-sermaye, burjuvazi-işçi sınıfı, sermaye güçleri-üretici güçler arasındaki çelişkilerden çözüme doğru yönelmek isteyenlere yönelik bir yaklaşımdır. Bu tür kaygıları olmayanların çatı meselesine bakış üstüne olan bu yazıyı dikkate almasına gerek yok.

Her ne kadar güçlü dayanakları var gibi dursa da hem ülke hem de dünya deneyimleri pek çok dönemde liberallerle, çeşitli dini gruplarla, yapılan birlik çalışmaları her zaman liberallerin ve dini grupların çıkarına olmuştur. Bunu anlamak çok az bir tarih bilgisi ile çözülecektir. Fransız ihtilali incelenmeli. Paris Komün sonrası incelenmeli, Rusya’dan bund’cular incelenmeli, Çin’de Tibet rahipleri incelenmeli, ikinci emperyalist savaş döneminde hem katolik devletlerin hem de Almanya dışındaki yahudiler incelenmeli, savaş sonrası yahudiler incelenmeli, İngiltere’de katolik protestan parti çekişmesi ve bunun abd ayağındaki durumu incelenmeli yeterli mi yetmiyorsa Gandi ve müslüman-budist ilişkileri incelenmeleri. Daha geniş kapsamda ise ilk kez söylüyorum nato güçleri hristiyan, müslüman, yahudi’dir. Ve ortaktırlar. Ne kadar kavgalı, tartışmalı dursa da en sıradan bir lejyonerle, nato askeriyle, vs çok kısa bir sohbette “ne işiniz var Afganistan’da Pakistan’da ne işiniz var Kırgızistan’da üs kuruyorsunuz, ne işiniz var güney Çin kıyılarına yerleşiyorsunuz” diye sorun alacağınız cevap   “1,5 milyar Çin, 1 milyar da hindistan hepsi budist ya da çok tanrılı dinlere inanıyor bunların yayılmasını önlemeye çalışıyoruz diye cevap verirler”. Evet, bu kadar basit sıradan bir argümanla kafaları yıkanmaktadır. Oysa durumun aslı bu mudur elbette değil.

Liberaller ve çeşitli dini gruplar, solcular Fransız ihtilalinde bir araya geldiler sonucu uzun uzun anlatmaya gerek yok. Burjuvazinin iktidarı arkasından da on yıllar sürecek olan Napolyon sülalesi krallığı geldi.

Liberaller ve çeşitli dini gruplar, solcular Sovyet Devrimi öncesi bir ara aynı trende buluştular sonuç Bolşevikler Devrime giderken liberaller ve dindarlar çarın beyaz ordusuyla Bolşeviklere savaş açtı.

Liberaller ve çeşitli dini gruplar, solcular bir araya geldi abd’e de, ab’li yeniden sömürgeci, istilacı, işgalci olmaya başladı tabi ki solcularını da liberalleştirerek.

Öncelikle liberalizmin Sosyalistlerle buluşmasını düşünmek bile işin felsefesine, ideolojisine aykırıdır. Bir yanında kapitalizm üretim ilişkilerini savunlar diğer yanında kapitalizmi ortadan kaldırıp üretime, paylaşıma, kardeşliğe, eşitliğe, özgürlüğe dayalı bir sistem kurmaya çalışan Sosyalistler olacak, ne için mevcut sistemi koruyup kollamak için mi, ne için mevcut sistemi ayakta tutmak için!

Bu sistemi bu kadar çok yaşatmak isteyen vardı da bunlar ne diye yıllardır çırpınıp durdular… Gidip bir düzen partisine üye olup orada siyaset yapsalardı daha iyi olmaz mıydı, elbette iyi olurdu.

Bu liberaller ve çeşitli dini gruplar işbirliği ya da birlikteliği yakın gelecekte bu coğrafyada elde edilen pek çok kazanımın, tarihe karışmasına neden olmazsa hiç şaşırmayın. Her ikisi de öğütücü, yok edici asit özellikleriyle bütün hünerlerini sözde sahte hoş görünme, kibarlık, nezaket, tolerans gibi klasik davranış biçimleriyle, sözde özgürlükçü, bireyden yana, demokrat, hassas, anlayışlı, maneviyata düşkünlük tezleriyle gösterse de bunların her yanı her şeyleri sadece sermaye güçlerine hizmet etmektedir.

Liberallerle, ve çeşitli dini gruplarla yola çıkılarak elde edilen tek bir mevzi var mı çıkıp bunu söyleyecek tek bir kişi var mı, elbette yok. Özal’ın dört eğilim anlayışı gibi bu eğilim sadece yok etmeye yarayacaktır. Nitekim Özal’da bu sonuç elde edilmiştir. “Yok, biz de deneyelim, yaşayalım” diyorsanız buyurun “Halep orada arşın burada”.

Neredeymiş hangi liberal ya da ve çeşitli dini gruplar;

Hangisi aç, yoksul, işsiz, evsiz, barksız, yurtsuz,
Hangisi işkenceden geçirilip sakat kalmış ya da ölmüş,
Hangisi asılmış,
Hangisi yakılmış,
Hangisi sürgün edilmiş,
Hangisi katledilmiş,
Hangisi inkâr edilmiş,
Hangisi imha edilmiş,
Hangisi kaç hücre cezası almış,
Hangisi ölüm oruçlarında ölmüş,
Hangisinin köyü kasabası boşaltılmış,
Hangisinin inancı ya da düşüncesi yasaklanmış,
Hangisi anadilinde konuşamıyor,
Hangisi kaç greve, eyleme, katılmış,
Hangisine dışkı yedirilmiş,
Hangisi kendini yakmış,
Hangisi daha çocuk yaşlarda katledilmiş,
daha sayalım mı bu kadar yeterli her halde.

Bu burjuva demokratlıkları, sosyal demokratlık, halk demokratlığı vs diye kimseye yutturmayın. Burjuva partileri orada burjuva devleti de orada gidersiniz biat edersiniz hemen sizi kabul ederler buyurun “Halep orda arşın burada”.

Kendine sol, sosyalist diyenlerin burjuva demokratların tuzağına düşeceklerini sanmıyorum ama yine de ideolojik politik köklerinden koptularsa yakındır bekleyin görün yakında yüzde 49 liberal yüzde 49 dindar yüzde 2 de sol olan -olursa öp başına koy-  temeli olmayan çatı olursa! Hiç şaşırmayın.

İnancını yitirmiş olanın yolu olmaz.
İnancını yitirmiş olanın çizgisi olmaz.
İnancını yitirmiş olanın aydınlığı olmaz.
İnancını yitirmiş olanın çıkışı olmaz.

O inanç Bilimsel Sosyalizm değilse ve onu da üretici güçler temelinde örgütlenme gibi bir derdi olmayan hiçbir sosyalist hareket sistemin uşaklığından kurtulamaz.

Sosyalizm hiç kimsenin tekelinde asla olmadı olamazda. Günümüze kadar yaşanan deneyimlerin yön değiştirmesi de doğaldır. Henüz köklerini tam olarak yerleştirmemiş iki dünya emperyalizm savaşının kayıplarını görmezden gelip dar eleştiriler yapmaya benzemez. Bugüne kadar her nerede olursa olsun isterse tek bir kasabada ya da köyde isterse üç gün bile olsa emperyalizme karşı, kapitalizme karşı, faşizme karşı üretici güçlerin zaferiyle sonuçlanmış sosyalizmin bayrağını dikenlere selam olsun. Üç üç saat bile olsa burjuvaziye karşı elde edilen tüm çatışmalara, barikatlara, ayaklanmalara, savaşlara, mücadelelere, zaferlere selam olsun.

Kimse kimseye aba altından sopa göstermesin. Ezenler sömürenler karşısında “atarı” olan çıkar meydana aslanlar gibi üç gün de olsa üretici güçlerin bayrağını yükseltir.

Liberallerin, ve çeşitli dini gruplar ne nasihatlarına, ne düşüncelerine, ne kendini beğenmişliklerine, ne servetlerine, ne yalanlarına, ne ajanlıklarına, ne işbirliklerine solun sosyalistlerin ihtiyacı olamaz.

Bu ittifak geçmişteki ajanların, muhbirlerin, işbirlikçilerin, itirafçıların, teslimiyetçilerin vereceği zarardan daha büyük olacaktır. Bu zarar yüzyıl geriye gidecek olan bir sürecin kapısını açacaktır. Tarih ortada. Günümüz ortada. Liberaller ve çeşitli dini gruplar onca ihalenin, onca rantın peşindeyken seninle ne için bir araya gelsin ki.

Kaldı ki hadi diyelim her konu da anlaşıldı liberaller ve çeşitli dini gruplar peki ekonomik sistem ne olacak, sınıfsal farklılık ne olacak, üretim araçları kimin elinde olacak buyurun sol ve sosyalistler kurulması düşünülen ittifakta birilerinin kapitalist birilerinin, kendi dinine göre ekonomik sistemi dayatması durumunda sizler nerede olacaksınız, üretici güçler dediğinizde, işçi sınıfı dediğinizde hatta en kutsal değer emek dediğinizde en kutsal değer paradır, özel teşebbüstür, rekabettir, sermayedir diyen liberalle, en kutsal değer Allah’tır, peygamberdir, ayettir, kitaptır, dindir diyene ne diyeceksiniz. Hele hele feministim diyenler metres hayatını meşru sayan liberallerle, dört kadınla evlenmeyi meşru görenlerle neyi paylaşmayı düşünüyorsunuz, ormanları kesip, nehirleri kurutan, gölleri bitiren, her yere neredeyse en küçük ırmağın üstüne bile “hes” yapmak isteyenlerden habire ihale almaya çalışan liberallerle, nerede birlikte oturmayı düşünüyorsun çevreciler, nükleer karşıtçılar, hes karşıtları, lezbiyenlerin, gaylerin, homoseksüellerin ve daha pek çoğunun cinsel tercihlerini savunanlar kadını bile erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığına inanan çeşitli dini gruplar ne yapmayı düşünüyor, yüzyıllardır katliama uğrayan ve bunların altında imzası olan jakoben, jironden, napolyoncu fark etmez bunların torunları olan liberallerle ne yapmayı düşünüyorsun. Daha dün Koçgiri ’de, Dersim’de, Ağrı’da, Maraş’ta, Çorum’da, Diyarbakır’da, Sivas’ta, Gazi’de daha pek çok yerde çoluk çocuk, kadın, yaşlı, genç demeden katledenlerin zihniyetinden olan liberallerle ve çeşitli dini gruplar hangi çatıya çıkmayı düşünüyorsun.

Birlik, blok, cephe kurulacaksa emek-sermaye, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, burjuvazi-işçi sınıfı, sermaye güçleri-üretici güçler çelişkisini ortadan kaldırmak isteyen insanlaşma yolu olan Bilimsel Sosyalizm ilkeleri doğrultusunda olmalıdır. Bunun ilkeleri de açık ve nettir. Sağa sola duvara kafayı gözü vurmaya gerek yok.

Adında sosyalizm, komünizm, demokrasi, eşitlik, özgürlük, işçi, devrimci, emek, kardeşlik, barış, vs kelimeleri taşıyanlar öncelikle bu sözlerin köklerinin nereden geldiğine yeniden bakması çok önemli. Bu sözler insanın insanı ve doğayı sömürmemesi, ezmemesi, katletmemesi, inkâr etmemesi, imha etmemesi, adına söylenmiştir. Herkes kendi bulunduğu yerin adındaki kelimeleri bir daha düşünsün ve sonrada ya bu kelimeleri çıkarıp liberallerle ve çeşitli dini gruplarla ittifak yapsın ya da bu tür kavramların hakkı neyse onu verecek işlere soyunsun.


HASAN HÜSEYİN BEYDİL
-02.09.2011
MUHAFAZA-KAR YÖNETİCİLİ TİYATORAYA KARŞI MUHAFAZAKÂR OLMADIĞINI İDDİA EDEN TİYATRO OYUNCUSUNUN DURUŞU ÜSTÜNE

Öncelikle “OLMAYACAK “SOL LİBERALİZM” YA DA “LİBERAL SOL” A ÂMİN DENMEZ “SOL LİBERALİZM” YA DA “LİBERAL SOL” KAPİTALİZMİN ÖMRÜNÜ UZATMAYA YARAR” adlı makalemde açıkladığım için “liberal sol” denilen kavram üzerinde fazla durmayacağım. Dolaysıyla da zorlama ya da moda tabiriyle “liberal sol” kavramını kabul etmiyorum. Sol kavramının liberal, islam, milliyetçi, ulusal, Kemalist vs gibi kavramlara da eklemlenmesini doğru bulmuyorum. Keza sol kavramını salt dar anlamıyla Fransız ihtilalinde sol tarafta oturanlar türünden de ele almanın da sol kavramının içerini doldurmak da yeterli bulmuyorum. Ayrıca da sol’un komünizmin çocukluk hastalığı olduğu gerçeğini de yadsımıyorum. Sol kavramını sadece yaygın anlamı üzerinden sosyalistleri, komünistleri, devrimcileri işaret etme anlamında dahi olsa kabul ederekten sola devam edelim. “liberal sol” diye tariflenenlerin de bu manada sol olmadığını kabul ederek bu iki kavramın yan yana gelmesinin solun içini boşaltmaya yönelik bir hamle olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla da bu kavramı dillendirmenin sola çokta bir faydası olmayacaktır. Henüz toplumumuzun geniş kesimlerinin hale hazırda daha solun ne olduğunu bile tam olarak kavramadığı bir coğrafyada liberal, islamcı, milliyetçi, ulusal, Kemalist sol kavramlarıyla eklemlendirmenin sadece solun kendisinin kitleler nezdinde kan kaybı yaratacağı düşüncesindeyim.

Bundan yirmi yıl öncesinde pek çok kişinin puşiyle dolaştığı bir coğrafyadayken birden bire puşileri bir kenara bırakıp kravata sarılınınca senin değerlerini sen boş bırakınca illaki birileri sahiplenme üzerinden içini boşalmaya başlasa da puşi davası üzerinden on yıllar ceza alanlarda ortada durmakta. Sonrasında birden bire puşinin kendi değeri olduğunu anlayanlara da selam olsun. Bu örnek özellikle Anadolu ve Mezopotamya’da yaşamış ve pek çok direniş, mücadele, savaşım örneği yanında edebi, sanatsal, kültürel değerler üretmiş olan Kızılbaş Alevi önderleri, ozanları, şairleri, vs içinde geçerlidir. Devamla birlikte bu coğrafyadaki devrimci liderlerin bir dönemler kimi çevrelerce neredeyse unutulmaya yüz tuttuğu bir dönemde dizilerle burjuvazi onlara da rant amaçlı sahip çıkmıştır. Şimdilerde de bol bol özellikle sosyalizm denemeleri yapmış ideologlara, devrimci önderlere, devrimi gerçekleştirmiş olanlara bol bol eleştiri adında küfür etmeninde sevap sayıldığı değersizleştirme bakalım yakın gelecekte burjuvazinin dikkatini çekecek mi… Kısacası kendi değerlerine sahip çıkmayanların değerleri zamanla egemenlerin, hakim güçlerin içini boşaltmak ve kendilerine yeni rant kapıları açmak için yeni malzemeler olması o değerlere gerçekten sahip çıkması gerekenlerin çıkmamasındandır esasında. Solun başına sonuna sömürenlerin, ezenlerin felsefi, kültürel, ideolojik, politik kavramlarını eklemlendirmek sadece sola saldırı, içini boşaltma, zamanla da kişiliksizleştirme ve kimliksizleştirme amaçlıdır. Sözde ideolojisiz bir toplum yaratma adı altında sol düşünceye ait ne varsa onu bertaraf etme imha etme konsepti yatmaktadır.

Devamla birlikte “liberal sol” mevcut sistemin şimdilerdeki yönetenlerinin kuyruğuna takılması, desteklemesine hayıflanmanın sol adına çok fazla bir anlamı yok, çünkü “liberal sol” diye bir şey olmaz, olamaz. Ama illa kırk gün birilerine sen “liberal sol ”sun denirse de “liberal sol” olursa kimse şaşmasın! Liberaller her zaman sömüren, ezen bir sistem içinde iktidardadır, iktidarın yanındadır, iktidarı destekler bunda şok olacak şaşıracak hiçbir şey yok.

Mevcut sistemin günümüzdeki yönetici kadrolarının “muhafaza-kar ”lığı üzerinden icraatlarına dönük yapılan eleştirilerde devletçi parti eleştirisinden öteye gitmemektedir. Devletçi parti devleti kuran ve devamlılığını esas alan bugün muhalefette olan ya da şimdilerde iktidarda olanların yarın muhalefette olan partileri arasında çok fazla bir fark söz konusu değildir. Halen bu coğrafyada yapay olarak üretilen ve topluma sunulan iktidar ve muhalefet partilerin arasında adeta çok büyük çelişkiler, ayrılıklar varmışçasına herhangi bir konuya bakarken iktidarcı ya da muhalifçe bakış açılarının geliştirilmesinin herhangi bir takımın taraftarları arasındaki söz düellolarının ya da laf dalaşlarından çokta farklı olmadığı halen pek çok çevre tarafından anlaşılmamaktadır. Elbette bunda burjuva eğitimin halen sosyalist dahi olsa o sabahları, öğlenleri okunan andımız ve marşların bilinçaltındaki etkisi azımsanmayacak kadar yoğundur. Resmi ideoloji her ne kadar mevcut sisteme muhalif gibi duran pek çok sosyalist çevrenin beynine öylesine kazınmıştır ki pek çok sözde muhalif hareket, söz ve davranışlarıyla onun etkisi kolay kolay atılamaz.

Aslında  “DİZİ DİZİ GASP, DİZİ DİZİ HIRSIZLIK, DİZİ DİZİ CİNAYET” başlıklı makalemde de kısacada olsa değindiysem de yine gündemden eksik olmayan bu oyunculuk meselesine burada da değineceğim.

“Muhafaza-kar”lar “sanata da el atmış ve orada da kendilerine göre uygulamalar yapmaktalarmış”, elbette bundan doğal ne olabilir ki. Ne bekleniyordu hem muhafazacı hem de karcı olacaksın yani muhafaza-kar olacaksın ve hem de mevcut sistemin yöneteni olacaksın sanata el atmayacak mısın, oraya da atar buraya da bunu garipsemenin, buna şaşmanın çoktan bilmem kaç istasyon ilerde olan trene bakmanın çok da bir anlamı yok, tren kalkalı çok oldu ne kadar bakılsa da trenin kıçındaki vagonları bile görmek mümkün değil. Günümüzde gerçekleştirilen, projeler, planlar, programlar adeta salt günümüze has uygulamalarmış gibi şaşkol(y)ozlaşmak ancak tarih, siyaset, bilmemekle ilgili olsa gerek.

Sanki yıllardır özel ya da devlet tiyatrolarında sol, sosyalist, komünist, devrimci oyunlar geceli gündüzlü peşi sıra sahneye konuluyormuş da şimdilerde vay efendim sen nasıl falan göre filan kişiyi ya da oyunculukla, tiyatroyla ilgisi olmayan birini getirirsin diye veryansın etmek yıllarca bu coğrafyanın nasıl bir faşizmle yönetildiğini görmezden gelmektir. Bir yandan hepsi olmasa da pek çoğu burjuvazinin medyalarında programlar, diziler, sinemalarda da yine holdinglerin sponsorluğuyla filmlerde oynayanların tüh vah etmesini anlamak zor değil. hemen yarından tezi yok içinin  beşinin bu televizyonlardan ya da bu film şirketlerinden küçücük dahi roller alsınlar ceplerine de üç beş kuruş girsin bakalım hangisi özel ya da devlet tiyatroları nasıl yönetiliyormuş kimler başına getiriliyormuş acaba dönüp de bakarlar mı… Düne kadar bu kadrolarda adeta krallık, kraliçelik gibi oturdular mı kalkmayan, ya da kalkarlarsa en yakınlarının oturduğu koltuğa şimdilerde “muhafaza-kar” birilerinin oturmasına hayıflanmaktalar birileri, az yiyin de bir hizmetçi tutun lafı hoş olmadı buraya ama neyse. Yıllardır aklınız fikriniz neredeydi diye adama sorarlar. Onca akademik ya da alaylı oyuncu yetişip sonra gerçekten pek çoğu samimi ideallerle oyunculuk yapmak isterlerken “akıllı ol kapağı at bir filme, küçük büyük fark etmez, oradan arada birde bir iki tiyatro oyunu, pat bakmışsın cillop gibi birde reklamda oynamışsın, ondan sonra her şey bal kaymak”, “politik tiyatroda neymiş, sinemada neymiş, sen işin parasına bak, zaten kaç yıl yapabilirsin ki bu işi”, daha eskiden de “ herhangi bir yönetmen ya da yapımcı ayarladın mı daha da sırtın yere gelmez” gibi nice öğütler. Gerçekten oyunculuğu tiyatroyu yıllardır hem idealleri uğruna hem toplumla hem kendi derdini hem de toplumun derdinin paylaşmaya çalışan tiyatrolar teker teker kapanırken ya da seyirci bulmak da kılı kırk yararken beyler, hanımlar neredeydiniz demezler mi, bakınız yıllar öncesine küçücük bir krizde birden bire pornografiye kayan bir sinema sektörü daha dün gibi orada, gerçi sonradan kaydı yerlerde pornografi olmasa da toplumu daha da kişiliksizleştiren sözde sosyal içerikli filmler furyası, hemen ardından küfür edebiyatı üzerinden gelişen komediler furyası, o da yetmedi ardında bol paralı hem de reklam figürleri olan dizilerde oynamalar, hangi tiyatrodan bahsediyoruz pardon!

Televizyonlardaki programlardan, dizilerden aldıklarıyla yan gelip yatanlar tiyatronun nereye gittiğinin ve tiyatronun bir toplumun aydınlanmasında, ilerlemesinde ne denli önemli olduğunu bile bile sırtını dönenler e ne oldu “muhafaza-kar” yöneticiler geliyor başımıza mı diyor ne bekliyordunuz, iktidarı muhafaza-kar olanın kadroları da yöneticileri de muhafaza-kar olur.

Sosyalistler, komünistler, devrimciler, solcular, demokratlar kılı kırk yararak gece gündüz mevcut sistemin insanın insanı ve doğayı sömürmesine karşı, üretici güçlerle mücadele ederken pek çokları o gala senin, bu kokteyl benim, yok falan iktidar yöneticisi çağırdı, yok falan televizyon çağırdı hadi koşa koşa laklağa, kakara kikiriye ve sonrada habire muhafaza-kar iktidarlar gelir habire onlarında muhafaza-kar yöneticileri gelir soytarı yerine koyarlar. Üretici güçlerin küçük bir talebine bile yüzlerce tutuklamayla karşılık verirken, ezilenlerin, inkâr edilenlerin geceli gündüzlü cezalandırıldı bir toplumda 150 binleri aşan tutuklamaların, çoluk çocuk yetişkin demeden katledilenlerin, artık açık açık faili meşhulsuz cinayetlerin olduğu, elli kişilik fabrikada otuz sekiz kişinin sendikalı olur olmaz işten atılmayı bırak günaşırı gözaltına alındığı, aylarca çalışıp çalışıp en düşük ücretten de olsa maaşlarını alamayan işçilerin, çoluğun çoğun üzerine bombalar yağdırıp “terörist” diye katledilenlerin sırf Kürt olmalarından dolayı her türlü insanlık dışı muamele maruz kalanların, cayır cayır yakıp yakanların ellerini kollarını sallaya sallaya gezdiği sözde yargılamalarının zaman aşımına uğradığı halen bugün yarın yeni soykırımlarla yüz yüze kalacak olan Alevilerin olduğu, sokak ortasında geliyorum kafanı beynini paramparça edeceğim diyen katillerin hala Ermenileri öldürdüğü, daha dün hes inşaatlarında ölen işçilerin odluğu, sokak ortasında otuz kırk bıçak darbesiyle kadınların öldürüldüğü bir coğrafyada vay efendim tiyatromuza muhafaza-kar yönetici istemezük! Oldu gözlerim doldu diyordur egemenler! Tiyatroda neymiş ki, bizim bildiğimiz Hacivat karagöz o da padişah efendimizi ve çevresine dil uzatmayın cinsinden olacaksa, bizim bildiğimiz ramazanlarda ortada kuyu sen kaç ben tutuyum cinsinden ortaoyunculuktur, o da yetmez de falan memleketlerden sirkleri getiririz alsana oyun, oyuncak, tiyatro! Ey ahali bunlar on yıllardır bu memlekette yapılıyor. Bugün belediyelerin tiyatrolarında neler yapılıyor haberiniz var mı, bugün tiyatro öğrencisi mezun oluncaya kadar neredeyse orta halli bir ev parasına mezun olduğunu, kamyon kamyon tacizlere maruz kaldığını herhalde bileniniz yoktur, yetmez ama durun bir kere daha evet diyelim! Mezun olduktan sonra acaba hangi bakan hangi milletvekili ya da belediye başkanı ya da parti yöneticisinin torpilleriyle hangi tiyatro olursa olsun “show devam etmeli, ben oyuncuyum her oyunda oynarım” soytarılığına düştüğünüzden haberiniz vardır herhalde ahali! Yıllardır cumhuriyetin Kemalist ucuz sözde sol argümanlı ne odluğu belli olmayan ve toplumdan uzak elitize olmuş tamamen uydurma bir sınıf olan orta sınıfa has oyunların sahnelendiği, arada bir İngiliz, Fransız, alman, Rus tiyatrolarından o da aman millet ayaklanmasın, isyan etmesin, örgütlenmesin ama adı sol oyunlar olan oyunlarla tiyatro denilen kumpas bugünlere gelmedi mi… düne kadar baron ve baroneslerin elinde tamamen tek tipçi, tek dilci, tek milletçi, tek devletçi, tek dinci, tek ideolojiden, tek politikadan bahisli tiyatrolar sinemalar olmadı da şimdi vah vah tüh tüh sinekten yağ çıkartma misali tiyatroların başına muhafaza-kar yönetici getiriliyor diye mi veryansın ediliyor…

Gelmiş geçmiş kültürsüz, sanatsız, bilimsiz, edebiyatsız, yöneticiler en üstten en alta kadar ne kadar toplumda tiyatroların elitlerin gidip geldiği yerler imajını ne kadar kırabildiniz de bu çığlık yeri göğü inletiyor!
Hemen o muhafaza-kar dediğiniz kesimlerin ya da demokrat dediğiniz kesimlerin televizyon kanallarına dönüp bir bakım kimler orada dizilerde oynuyor, kimler reklamlarda oynuyor, kimler o paparazzi senin bu senin koşturan kimler, sırf popüler diye hiçbir oyunculuk yeteneği olmayan uvertür bile olmayanlarla koca koca oyunculuğun altından girmiş üstünden çıkmışlarla yan yana getirilmeyi kabul edenler kimler… Geçmişte küçümsenilen hatta yan yana bile gelmeye utananların olduğu yakın geçmişten günümüze arabesk-çilerle filmlerde boy gösteren “ömrünü tiyatroya vermiş olanlar” acımızdan mı ölseydik ne yapalım başka yapacak işimiz yok yaptık, e ne kaldı senin e bende emir kuluyum ne yapayım verdim cereyanı diyenden ne farkınız kaldı! Rosenbergler ölmemeli evet ölmemeli, ama Hrantlarda ölmemeli, Sivas’taki canlarda ölmemeli, Uğurlarda Eneslerde ölmemeli, Roboskilerde ölmemeli ve daha niceler…

Özel mülkiyetçiliğin bu kadar yaygınlaştığı tüketim toplumunun bu kadar toplumun her köşesine sirayet ettiği bir yerde hem “tiyatoracı” olacaksın hem de burjuvazinin envayi çeşit mal ve hizmetinin pazarlanmasında alametifarikalarını parçası olan pazarlama figüranları olacaksın hadi damarımızda az da olsa birazcık atadan dededen kalma solculuk var vay efendim tiyatroların baştacına muhafaza-kar yöneticiler gelecek diye yandım anam diye nara atacaksın.

Ebetteki bu belaların tek sorumlusu tiyatrocular değil! Son yirmi yılda olup biten sanat, edebiyat, sinema, tiyatro tartışmalarında her geçen gün show devam etmeli diyeceksin millet sahnede canını verecek, her oyunda oynarım sonuçta ben oyuncuyum deyip kişiliğini kimliğinin kapitalist düzenin çarklarına teslim edeceksin, ben alacağım paraya bakarım ne yapayım gidip de gecekonduda oturamam öyle ucuz çul çaput giyemem diyeceksin sonra da muhafaza-karlar gelince hayda bunlarda nereden çıktı diyeceksin.

E tabi böyle konuşmamak lazım, ne de olsa popülersiniz, yarın bir gün bir toplantıya, bir etkinliğe çağırıp halkımızın popüler insanlara koşarak geleceği anlayışını da düşünüp birbirimizin sırtını kaşımalıyız değil mi… şimdi tek tek ya da toplu halde holdinglerin, şirketlerin yüksek karlarla satmaya çalıştığı mal ve hizmetlerin reklamlarında oynarken acaba muhafaza-kar yöneticiye hayır demenin yanında nasıl bir muhalif, karşı duruş, mücadele sergilendiği sanılmaktadır. Bu nasıl bir travmadır, bu nasıl bir sarhoşluktur, bu nasıl bir afyonlanmadır, bir yandan burjuvazinin bir tarafının pazarlama, reklam, tanıtım bilmem ne elemanı olacaksın, diğer yandan da başka bir burjuvazinin muhafaza-kar yöneticisine karşı çıkacaksın ondan sonrada alkış bekleyeceksin, ne de olsa eskiden alkışla besleniyordu ya oyuncu, varsın beslenmese de en azından bu kadar azgın değillerdi eskiler! Gerçi onlarında sonradan çivileri çıktı, bir yanda çöpçü olup, bir yandan kapıcı olup sonrasında da liboş soytarılarının gümrük memuru olanları da gördük, kimileri de madenci olup, sonrada milliyetçilik bayrağına sarılanları da gördük, kimileri de bir zamanlar deli olup sonrada burjuva televizyonlarının envayi dizilerinde envayi şaklabanlıkları yapanları da gördük, bir zamanlar sözde en sosyal içerikli köylüsünün de işçi rollerinden, sonra ben oyuncuyum envayi çeşit oyunda oynarım, yönetmen nederse onu yaparım deyip memleketin en büyük filozofunu tayin eden liboşların soytarısı olan pamuk prensesleri de gördük, faşizmin nasıl bir devlet olduğunu güya memleketin nasıl kurtarıldığını uluyarak anlatmaya çalışan insan sesinden çok silah sesinin çok olduğu kurtçuklarla birlikte aynı dizileri paylaşan koca koca lafa geldi mi memleketin en büyük tiyatrocuları envasinin envayi okullarda hocalık yapıp sözde ideal oyunculuk dersleri verenlerin nasıl mafya babalarının soytarısı olduğunu da gördük.

Olan yine gerçekten tiyatroya amatör ya da profesyonel olarak oyunculuğundan, herhangi bir alandaki işçiliğinden dolayı gecesinin gündüzüne katıp sırf dünya görüşlerinden, sırf kimsenin adamı olmam, kralın soytarı ben değilim diyen birkaç samimi hayatları kırk kanat sırf tiyatroya adanmışlığıyla gırtlaklarını patlatanlara olmuştur ki her bir sahnede ya da sahne arkasındaki o tiyatronun işçilerine selam olsun. Burjuvazinin çanağından beslenen ve kendilerini tiyatrocu diye belleyenlere de nice muhafaza-kar yöneticiler dilerim.

Daha düne kadar emekli asker olmaktan gram ileri gidemeyen şimdilerde de üç beş sapır sapır saçma şahı yavuzu birbirine boca eden birilerinin lafıyla sözüyle mi oldu sanıyorsunuz bunca yaygaranın, askerden bozma birinin sözde sanatsal ilkeleri doğrultusunda mı oldubitti sanıyorsunuz, her şey… Birkaç yıl gerileri biraz daha gerilere gidelim bakalım ne oldu benziniz mi soldu nasıl nerelere liyakat esasıyla gelmediğiniz mi çıkacak ortaya yoksa e etme bulma dünyası gün ola harman ola bu işler böyle beyler bayanlar yemeyenin malını yerler misali sizler keyfe keder, televizyonlarda fink atarken o sırada birileri çoktan Amerikalardan icazetlerle parkları bahçeleri, okulları, üniversiteleri, sendikaları, dernekler, vakıfları, kamu kuruluşlarını sadece muhafaza-karlaştırmadırlar, envayi çeşit yeri çoktan zaptu rap altına aldılar.

Neyse ki çok şükür yeni tiyatrocularında çoğu dersine iyi çalışmışlar kimse merak etmesin bu rüzgârda eser biter, kimselerinde umurumda olmaz, iktidarlar ne diyorsa onu yapan, o takım senin bu takım ben futbolumu oynarım paramı alırım misali yeni yeni tiyatrocular da yeni yeni sahnelere çıkar oldu nicedir, onun için muhafaza-kar yöneticiler keyiflerine baksınlar, çokta sokağa aldırmasındalar.

Bu eylemler, bu mitingler, bu festival, panayır havasından öteye gitmez kimse öyle Nirvana’ya ulaşacakmışçasına uçmaya kalmasınlar. Sen oynamazsan oynayan bulunur ey ahali! Memlekette tiyatro okulumu yok, memlekette tiyatoracı mı yok. Çözüm hazır “fabrikam var, 50 tane de işçim var, otuz sekizi sendikalı olmuş, attım işten, çağırdım emekli işçileri çalıştırıyorum” diyor patron haberiniz var mı taaa orada değil başkentin göbeğinde, senin tiyatronun idealine mi bakacak tabi ki muhafazasına ve karına bakacak.


Tiyatroyu toplumun aydınlanması, gelişmesi, ufkunu genişlemesi, en küçük sanatsal gıda alması, insanın insanı ve doğayı sömürüsünü bellettiren her oyuna, her oyuncuya, her tiyatro emekçisine selam olsun.

HASAN HÜSEYİN BEYDİL
17.05.2012
HER ŞEY KENDİ KARŞITINI YARATIR

Genel olarak bakıldığında 1848 devrimleri çok güçlü sayılamayabilir. Bu olayların esas gücü ilerleyen zamanlarda açığa çıkacaktı. Başlangıçta küçük depremlerin yarattığı sarsıntılardı. İleri de daha büyük depremlere sebep olacaktı. 19. Yüzyılın devrimleri olarak dönemin egemen sınıfları karşısında üretici güçlerin neler yapabileceğini ilan ettiler. Avrupa 1848’den öncesine kadar devrimi bu kadar hissetmemişti. 

Avrupa’da bir yandan sanayi ve bilimsel pek çok gelişme olurken, bir yandan da Roma imparatorluğunun son dönem yaşadığı her türlü yozlaşmayı, çürümeyi, lümpenleşmeyi, gericiliği yaşıyor. Bu koşullara rağmen devrimler Avrupa’nın her yerini sarmıştı.

Her şey kendi karşıtını yaratır.

Her geçen gün artan makineler ve zenginlikler bir yandan da yoksul, fakir, aç, işsizler artıyordu. En zor şartlarda, en düşük ücretlerle yokluk içindeki üretici güçlere karşı her geçen gün artan zenginlikleriyle lüks içinde yaşayan burjuvalar karşı karşıyaydı.

Sanat adına sadece kişiliksiz eserler üretiliyordu. Her geçen gün burjuvazinin insanı ve doğayı daha fazla sömürdüğü bunun yaygınlaştığı bir dönemdi. Ne kadar bilimsel gelişmeler olsa da -ki bu gelişmeler daha çok yine burjuvazinin çıkarlarına çalışıyordu- toplumda öylesine cahillik, gericilik, cehalet yaygınlaşmıştı. Bu cehalet neredeyse sokakları, caddeler, kasabaları, köyleri kül yağmuru altında kapkara sislerle sarmıştı. İnsanlık öylesine bir travma içine girmişti ki aptallığı aşan akıl ve ruh haslığı boyutunda bir hal almıştı.

Toplumun iki farklı tarafında iki farklı durum yaşanmaktaydı. Bu durum birbirinden öylesine zıt kutuplardaydı ki bunu anlamak hiçte zor değildi. Bir yanda ilerlemiş, çağdaş, modern sanayi ve bilim öte yanda çağdaş modern fakirlik, yoksulluk, açlık, işsizlik böylesine bir uzlaşmaz çelişki yaşanmaktaydı. Üretici güçlerle burjuvazi arasındaki uzlaşmaz çeşitli her şeyiyle açık açık ortadaydı. Bu çelişkinin bu denli artması ve belirginleşmesi kaçınılmaz olarak çözümü de dayatıyordu. Dönemin çeşitli partileri uzlaşma adı altında esasında burjuvaziyle işbirliği adına bu uzlaşmaz çelişkilerin giderilebileceğini düşünse de bu durum hiçte öyle değildi. Sanayideki yüksek ilerlemeye karşılık siyasal alanda çok farklı bir gerileme yaşanıyordu. Bu çelişkileri açığa çıkaran ve bu çelişkileri de çözecek olan yeni bir güç ortaya çıkmıştı. Bu güç iş sınıfıydı elbette. İşçi sınıfı hem çelişkileri çözmek hem de yeni bir yönetim anlayışıyla üretende yönetende kendisi olmak istiyordu.

Burjuvaziyi, orta sınıfı, aristokrasiyi yerinden sarsacak olan devrimlerin fabrikalardaki, sokaklardaki, barikatlardaki direnişleriyle işçi sınıfının sesleri yükseliyordu her yerden. Kapitalizmin yarattığı ücretli köleliğe karşı evrensel olan bir devrimi gerçekleştirmek o dönemde Avrupa işçi sınıfına nail oldu.

Artık egemen sınıfların üretici güçler üzerinde yaratmış olduğu baskı, şiddet, sömürü son bulacaktı ve bunu hesabını soran proletarya, hesabını verende egemen sınıflar olacaktı.

Ortaçağ da Almanya’da gizli olan bir halk mahkemesi vardı ve bu mahkeme egemen sınıfların yapmış oldukları her türlü baskı, şiddet, katliamı yargılayan ve kim ya da kimler yapmışsa onu cezalandıran mahkemelerdi. Bu cezayı hak edenleri yargılayanda cezalandıranda halkın kendisiydi.

1848’lerde da artık yargılayanda cezalandıran da üretici güçlerdi.

Halk mahkemeleri nedir, ne değildir bunu pek çok çevre bilir. Bu mahkemelerin karşılığın bu coğrafyada daha çok kimler tarafından uygulandığı da bilinir. Hani nicedir bu halk mahkemeleri çalışmaz oldu. İzindeler mi yoksa. Artık işlerinin başına dönseler ne dersiniz…


Vehmgericht (gizli mahkemeler); Egemen sınıfların yaptıkları kötülüklerin öcünü almak için, ortaçağlarda, kurulana Almanya'daki, gizli bir mahkemeler.

HASAN HÜSEYİN BEYDİL
29.09.2011