27 Mart 2016 Pazar

TAKSİM (GEZİ), TUZLUÇAYIR DİRENİŞİ BARİKATLARINDAN NEPAL DEVRİMİ’NE SELAM OLSUN

Özellikle son 8 aydır halk hareketinin ayrılmaz parçası ve Bilimsel Sosyalizmin öncüsü, devrimci öncü güçler, kapitalizme ve faşizme karşı verilen halkın mücadelesi savaşım yolunda hızlı adımlarla ilerlemektedir. Yaşadığımız coğrafyadaki özellikle büyük şehirlerdeki faşist güçler alanlardan süpürülmekte ve direniş hemen hemen her güne yayılmaktadır. Halk Hareketinin gelişimi üzerinde özellikle Bilimsel Sosyalistlerin stratejik denge aşamasından, stratejik saldırıya geçme çabaları günbegün artmaktadır.

Emperyalizmin, 21. yüzyılda Bilimsel Sosyalist mücadelenin ve halkların özgürlük mücadelesinin yenilmezliği karşındaki şaşkınlığı ve her türlü işbirlikçi burjuvalarının yolsuzlukları ve rüşvetlerin şu günlerde ortaya serilmesi Devrime ve Sosyalizme olan inancı daha da artırmaktadır. Emperyalizmin yerli işbirlikçileri ve onlarla ittifak halindeki işbirlikçi sözde sol çevreler kaybedeceklerini anladıkça, ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini şaşırmış bir hal almışlardır. İşbirlikçi burjuvalar, partileri ve sözde sol çevreler her ne kadar kimi halk kesimlerinin umutlarını kapitalizme, liberalizme bağlamaya çalışsalar da artık halklarımız, üretici güçler gerçekleri görmekte ve emeklerinin nasıl sömürüldüğünü, sahte, sözde demokrasi, barış, eşitlik, adalet sözlerine artık kulak asmamaktadır. Üretici güçler ve halklarımız adım adım çözümün Devrim ve Sosyalizmde olduğunu anlamak ve görmekle kalmamakta tıpkı bugün Tuzluçayır Direniş alanında bir anamızın şu cümleleri her şeyi açıklamaktadır; “Torunum için direniyorum, gül yüzlüm güzel günler görsün. Alsalar ne olur bu saatten sonra canımı”.

Her türlü faşist şiddetle hemen hemen her şehirde her türlü saldırıdan ve katliamdan çekinemeden terör estiren burjuva demokrasisi karşısında halk hareketinin faşizme karşı mücadelesi sürerken, yaşadığımız coğrafyayı her geçen gün daha da içinden çıkılmaz bir girdaba sürükleyen özellikle liberal, muhafazakâr, faşist politikalar elbette ki emperyalist politikalardan bağımsız düşünülemez. Son birkaç aydır yoğun bir şekilde devam eden faşizme karşı mücadele, enternasyonal bir ölçek kazanmak zorundadır. Uluslararası Devrimci bir müdahale kaçınılmazdır ve bunu adım adım örmeliyiz. Halk Hareketlerini, Ulusal Kurtuluş Mücadelelerini, Sınıf Mücadelelerini öncelikli olarak Bilimsel Sosyalist bir merkez üzerinden birleştirmeli ve enternasyonal bir birliğin adımlarını atmalıyız.

Yakın gelecekte gerçekleştirilecek olan devrimi tamamlamak için halkımızın Sosyalizme ve onun öncü güçlerine olan bağlılığı her geçen gün daha da artmaktadır. Halkımızın özellikle faşizme karşı mücadele karşısında hiçbir fedakârlıktan ve bağlılıktan kaçınmadığını görmek Bilimsel Sosyalizmin öncü güçlerini daha da güçlendirmektedir.


HASAN HÜSEYİN BEYDİL
BİLİMSEL SOSYALİZMİN DEMOKRASİ VE İLETİŞİMSEL EYLEMLİLİĞİ ÜSTÜNE

Şimdilerde kimileri dünyanın demokrasiler çağında olduğu varsayımını savunmakta.

Ayrıca bunun da uygarlık olduğunu iddia etmekteler.

Evet, doğrudan ister antik Yunandan, ister eski Roma’dan alalım ya da Sümer’den, Hint’ten, Çin’den ne de olsa herkesin bir demokrasi başlangıcı var, sonuçta adı geçen demokrasi sadece ezenlerin, sömürenlerin demokrasisidir.

Günümüzde burjuva demokrasisini adeta tüm insanlığı kapsayan bir demokratik anlayış gibi sunanlar unutmasınlar ki burjuva demokrasisinin karşıtı ve esas demokrasi proletarya demokrasisidir.

Üretici güçlerin demokrasisi karşısında sözde “genel geçer bir demokrasi” adı altında savunulan burjuva demokrasisidir.

Kimi kendine sözde “sosyalist, komünist” diyen kişi ya da örgütlerde sözde demokrasi adına burjuva demokrasisine hizmet etmekten geri kalmamaktadır.

*

Günümüzde “demokrasi” adı altında burjuva demokrasisini savunmaktan öteye gidemeyen ideologlar, teorisyenler, aydınlar, politikacılar unutmasınlar ki bu eylemleriyle sadece kapitalizmin değirmenine su taşımaktadırlar.

*

Demokrasiyi ağzından eksik etmeyenler nedense iş burjuvaziye ve İşçi Sınıfına geldiği zaman dilleri tutulmaktalar.

“Çağımız bilmeme çağı…” diye başlayan yüzlerce cümlenin hiç birinde üretici güçlerin sömürülmesi asla dile gelmez.

Her şey ama her şey çiçek, böcek, taş, kaya, hava, su vs. her şey konuşulur, tartışılır ama işsizlik, açlık, yoksulluk, işten atılma, emek-sermaye çelişkisi asla konuşulmaz.

Neden çünkü demokrasi gelecek her şey düzelecek, iyi de dilinizin altındaki baklayı çıkarında görelim o demokrasi dediğiniz burjuva demokrasisi değil de nedir?

*

Katılımcı, çoğulcu, parlamenter, sosyal, dar, geniş, uzun, ince birçok demokrasi şekli vardır ki bunların hepsi sadece kapitalizme yani sermayeye, yani burjuvaziye, yani patronlara, yani sömürgecilere, yani ezenlere hizmet ederler.

Demokrasi, burjuva diktatörlüğü zehrinin tatlandırılmış halidir.

*

Evet, günümüzde cep telefonlarıyla, sosyal medya aracılığıyla ve diğer iletişim araçlarıyla insanlarının kendilerini ifade ettikleri bu vesileyle de demokrasinin geliştiği iddia edilse de böyle bir şey söz konusu değil.

Bilmeyenlere hatırlatalım internet, televizyon, radyo, dergi, gazete, bunların tarihsel gelişimi ve amacı üç aşağı beş yukarı aynıdır ve insanlar bu araçlarla geçmişten günümüze kadar kendilerini ifade etmektedirler.

İnternet üzerine yapılan konuşmalar ve yazışmalar iletişimsel eylemliliğin tarihsel köklerini bilmemekle ilgilidir.

Ayrıca teknik gelişmelerin sosyal bilimler üzerindeki diyalektiksel gelişimine azıcık kafa yormayanlar ki kendine özellikle siyaset bilimi okuduğunu söyleyenler oturup zahmet edip diyalektik materyalizmi ve tarihsel materyalizmi okusalar bu süreçlerin birbirlerini nasıl etkilediği ve bunun ne kadar doğal bir iletişimsel eylemlilik olduğunu kavrarlar.

İnsanın kendini ifade etme alanları vardır, bu alanlar, yayın organları, medya, basın, televizyon, sokaklar, kurumlar, partiler, dernekler, sendikalar, vs kısacası toplumun bulunduğu ya da ulaşabildiği her alan insanın kendini ifade etmeye çalıştığı alandır.

İnternette bunlardan biridir.

Bu denli saçma sapan elle tutulacak hiçbir yanı olmayan hiçbir mantığa dayanmayan tıpkı paratoner bulunduğunda “bu şeytan icadı” diyen manastır sakinleri gibi “internetten, şundan bundan bir halt olmaz” diyenler tarihi bir kere daha gözden geçirsinler.

Unutulmamalıdır ki dün gazete ne ise, dergi ne ise, televizyon ne ise, radyo ne ise vs. günümüzde internet o demektir.

Zamanla bunu kavrarsınız.

Ki burjuvazi bunu kavramış.

Kimileri üretici güçlerin ve öncülerinin daha matbaanın 500 yıl sonra gelmesi misalinde olduğu gibi ancak 500 yıl sonra anlamasını istemekle sadece toplumu iletişimsel eylemlilikten uzaklaştırmaya çalışmaktadır.

İletişim araçlarının nasıl, neden kimlerle kullanılacağına dair birçok ileri geri konuşanlar mevcuttur.

Hemen bugünden yarına bu araçlar aracılığıyla kapitalizmin devrileceğini, hemen herkesin özgürleşeceğini, sömürünün de ortadan kalkacağını düşünenler ne kadar zavallılar bir bilseler.

Kapitalizmle mücadele ne dün, ne bugün, ne de yarın sadece iletişimsel eylemliliklerle olmayacaktır.

Kapitalizmle mücadele dünde farklı farklı araçlarla yapılıyordu bugünde farklı farklı araçlarla yapılmaktadır, yarında gelişen teknolojiler doğrultusunda farklı araçlarla yapılacaktır.

Bilim nedir, tarih nedir, yaşam nedir, insan nedir, toplum nedir, mücadele nedir, savaş nedir, strateji nedir, taktik nedir, araç nedir, amaç nedir vs. bunların hiçbirine beş dakika bile kafa yormadan düşünmek, yorum yapmak, sadece saçmalamaktır.

Oysa unutulmamalıdır ki üretilen, keşfedilen, icat edilen, bulunan, uygulanan hiçbir şey toplumdan bağımsız olamaz.
Zamanla toplumun yaşamının önemli bir parçası haline gelir.

Neyin, nerede, ne amaçla kullanıldığına bakıldığında sonuç açıkça ortaya çıkacaktır.

Unutulmamalı ki dün herkes gazete dergi okumuyordu, dün herkes radyo, televizyon dinleyip izlemiyordu, bugünde herkes internet kullanmıyor.

Ancak her geçen gün iletişimsel eylemliliğin içinde yer almaya çalışmaktadır toplumlar.

Bunun zamanla daha da artmasında insanlığın daha çok şeyi paylaşmasını sağlayacaktır.

Ancak burada unutulmamalıdır ki burjuva medyası basını elindeki sömürüden elde ettiği imkânlarla bizden öndedir.

Bu önde olmayı her türlü iletişimsel eylem aracıyla aşmak zorundayız.

Bu bildiri, broşür, gazete, internet paylaşımları, duvar yazıları, dergi, radyo, televizyon vs. hepsini ama hepsini iletişimsel eylemsellik adına kullanmak zorundayız.

Bu iletişimsel eylemlilik diğer eylem çeşitlerinden sadece bir tanesidir unutulmasın.

Tüm eylem çeşitlerinin bir araya gelmesiyle ancak kapitalizm karşısında zafer elde edilebilir.

*

Neoliberalizm denilen kavram kapitalizmden başka bir şey değildir.

Tıpkı diğer pek çok farklı süslü, benekli, çiçekli kavramlar gibi bu kavramda sadece bir hedef saptırma amaçlı kullanılmaktadır. Keza demokrasi kavramı da kapitalizmden başka bir şey ifade etmez, burada unutulmaması gereken dilinden demokrasi kelimesi eksik olmayanların hiç “antikapitalist” olduğunu söylediklerini duydunuz mu, elbette duymadınız, çünkü burjuva demokrasisi demek yerine demokrasi diyerek sanki “herkes için demokrasi” dermişçesine kullanılmaktadır, oysa demokrasi kelimesi sadece burjuvalar içindir dolayısıyla kapitalizm içindir.

Neoliberalizm demokrasinin ilişkisi ise her ikisinin de kapitalizmle olan ilişkisidir esasında ve temel amaç üretici güçlerin devam eden sömürü düzenine karşı savaş açmamaları için mevcut durumu, sistemi yumuşatma, ılımlılaştırma, vs. adınadır.

Devam eden her türlü demokratik mücadele incelendiğinde zerre kadar bu mücadeleler patronlara, sermayeye, burjuvaziye yani kapitalizme zarar vermez, sistem yürür ve devam eder, sende sadece demokrasi ve neoliberalizm tartışmalarıyla debelenir durursun.

*

Öncelikle kimi sözde sosyalist-komünist yazar, aydın, ideoloğun birçok tezinin özünü incelediğimizde açık ve net görünen mevcut kapitalist sistem içinde üretilen tezler karşısında sadece tespit yaptıklarını görmeliyiz.

Oysa bilimsel sosyalizm sadece tespit yapmak değildir.

Aynı zamanda aynı çevreler mevcut kapitalist sisteme muhalefet yaparak sözde karşı koyduklarını savunmaktadırlar.

Oysa bilimsel sosyalizm sadece muhalefet yapmak değildir.

Bilimsel sosyalizm hem sınıfsal eleştiri hem de sınıfsal müdahale yapmak zorundadır.

Aksi halde yapılan hiçbir şey bilimsel sosyalizmin kapitalizm karşısındaki savaşımını zaferle sonuçlandırmaz.

Sadece tespit ve muhalefet kalan sözde sosyalist-komünist hareketler reformizmin yani kapitalist işbirlikçilikten öteye gidemez, tespitle kalmayıp sınıfsal eleştiri, muhalefetle kalmayıp sınıfsal müdahalede bulunanlar ise kapitalizm karşıtı ve onu yerle bir edecek olan devrimcilerdir.

 Savaş günümüzde her ne kadar burjuvaziyle üretici güçler arasında görünüyorsa, reformistlerle, devrimciler arasında da devam etmektedir.

Reformistler her dönem sosyalist, komünist kaynaklardan beslenmiş olsalar da, o köklerden gelseler de eylemsellikleri tamamen mevcut sistem içinde çözüm aramak adı altında zamanla mevcut sisteme bağlılıklarını ifade etmekten öteye gidememektedirler.



Hasan Hüseyin Beydil
68’DEN GÜNÜMÜZE DEVRİM VE BİLİMSEL SOSYALİZM MÜCADELESİ


68 kuşağına dair her türlü çarpıtma, karalama, küçümseme ve sorunlu söylem ve davranışların temelinde dönemin önderlerinin ideolojik-politik çizgisini yok sayma, içini boşaltma, tek cepheden değerlendirme yatmaktadır.

Her nereden ve kimlerin eliyle, diliyle olursa olsun 68 kuşağı önderleri Devrime ve Bilimsel Sosyalizme gönül vermişlerdi ve bu yolda hiç bir şeyden gözlerini sakınmamışlardır.

Onların ideolojik-politik çizgileri Marksist-Leninist’i ve bunu kimse inkâr ve imha edemez.

Günümüzde bu çizgi yeni nesillerle mücadeleye devam etmektedir.

Devrim ve Bilimsel Sosyalizm adına yürüyüşümüz sürüyor, sürecek.

Her yıl 6 mayıslarda kimileri ‘anma’ adı altında adeta nostalji yaşarcasına üç beş slogan, üç beş yürüyüş ve etkinlik düzenlese de bu pasifist yaklaşımlarla 68 kuşağının günümüze devrettiği ve devam eden Devrim ve Bilimsel Sosyalizm mücadelesinin bayrağı barikatlarda, okullarda, fabrikalarda daha aktif, daha güçlü.

Hiçbir inkarcı, pasifist, nostaljik ‘devrimcilik’ 68 kuşağının bizlere bıraktığı Marksizm-Leninizm bayrağıyla Devrim ve Bilimsel Sosyalizm yürüyüşümüzü engellemedi, engelleyemeyecekte.

*

Kimi çevrelerin son dönemlerde, özellikle medya ve basın aracılığıyla 68 kuşağının özellikle ‘bağımsızlık ve sosyalizm’ mücadelesini küçümser, basite alır, içini boşaltır tarzındaki yayınlar her nereden olursa olsun tamamen operasyonal olduğu gerçeği özellikle ‘bağımsızlık ve sosyalizm’ mücadelesine 68 kuşağının bıraktığı yerden devam edenler tarafından açık ve net bilinmektedir.

‘Bağımsızlık’ kavramını bir şekilde sadece ‘ülke, toprak, sınır, devlet, vs.’ gibi kavramlarla sınırlı şekilde algılayan ve özünde Fransız ihtilalinden kalma burjuva ‘bağımsızlık’ anlayışından ayrı düşünemeyenler hem büyük bir yanılgı, hem büyük bir saptırma içindedirler.

‘Bağımsızlık’ her türlü kapitalist işbirliğinden, sömürgeciliğinden, işgalinden, boyunduruğundan, zapturaptından, üslerinden, askeri-bürokratik-diplomatik-istihbari kuşatmadan ve emir komuta zincirinden topyekûn kurtuluş anlamındadır.

Bu anlamda okunmayan bir ‘bağımsızlık’ anlayışı sadece bu coğrafyada değil dünyanın hiçbir yerindeki halklar için bir şey ifade etmez.

Fransız ihtilalinden ulusal çıkarımlarla birlikte yükselen ‘bağımsızlık’ anlayışıyla, kapitalizme karşı ve onu yerle bir etme yolunda Bilimsel Sosyalist mücadelenin içinde yer alan temel ilkelerden olan ‘bağımsızlık’ kavramını aynı kefede ele almak ve bunu adeta ideolojik-politik bir eleştirinin parçası haline getirmenin özünde yatan yerli işbirlikçi kapitalistlerin güdümünde emperyalizmle işbirliğinden başka bir şey değildir.

Kapitalizmin ideolojik politik olarak özgürlük, bağımsızlık, demokrasi, eşitlik, adalet, barış, hukuk, vs. gibi kavramlara bakış açısıyla Bilimsel Sosyalizmin aynı kavramlara ideolojik politik olarak bakış açısı farklıdır.

Keza farklı olmasaydı farklı ve birbirine karşı ideolojiler olmazlardı. Israrla cahilce, farklılık olsun diye, acemice, basit, dar, sıradan, sözde tartışma, eleştiri yaptığını iddia eden kimi çevrelerin esasında dertlerinin bunlar değil tam tersine kapitalizme ve emperyalizme hizmet etme, ondan üç beş kırıntı, kemikle beslenme amacındadırlar.

Azıcık aklı olan birinin iyi niyetli olmak kaydıyla kapitalizmin ‘bağımsızlık’ anlayışıyla sosyalizmin ‘bağımsızlık’ anlayışı arasında ne kadar fark olduğunu anlaması ve bilmesi o kadar zor değildir.

Emperyalizm karşısında ‘bağımsızlık’ mücadelesi her türlü sömürgeci işgali yerle bir etmenin temelin ilkesidir.

*

Özellikle 68 kuşağı dönemini doğrudan o dönemin içinde olan ya da sonrasında olanları ayırmaksızın, 68’i kemalize etmeye çalışanlar ya da liberalize (sivil toplumcu, burjuva demokrat) etmeye çalışanlar her ne kadar inkâr ederken bir yandan da o dönemin ideolojik-politik çizgisini imha etmeye çalışanlar bilmelidirler ki siz ne kadar 68 kuşağının Marksist-Leninist çizgisini inkâr ve imha etmeye çalışsanız da halen devam eden ve zafere kadar da devam edecek olan Devrim ve Bilimsel Sosyalizm yolunda yürüyenler olarak Marksist-Leninist çizgiyi yaşamaya, yaşatmaya devam ediyor, edecektir.

*

Pek çok çevrenin operasyonal bir yöntemle medyada ve basında 68’e dair sanki bir yıl içinde olmuş bitmiş bir dönemmiş gibi ele almaları ve dönemin Devrim ve Bilimsel Sosyalizm mücadelesinin önderleri ve geniş kitleleri adeta sadece sosyalizmin karikatüründen haberdarlarmışçasına, dönemi ve dönemin mücadelesini kemalizme yamama çabası, dönemin 61-71 ve sonrasından da günümüze dek süren Devrim ve Bilimsel Sosyalizm mücadelesinin dağıtılması için ellerinden geldiğince kullanmışlardır, kullanmaya da çalışıyorlar.

Kemalizm’le hesaplaşılmasaydı o dönemde adım adım Devrimci, Sosyalist, Militan bir mücadele oluşmazdı ve sonrasında da en ağır bedeller ortaya çıkmazdı.

Her ne şekilde operasyonal olarak 68’in önderleri ve onların düşünce sistemini kemalizme ve liberalizme yamamaya çalışsa da kimi çevreler unutulmasın ki Devrimci, Sosyalist, Militan önderleri ve kadroları katleden kemalizm’in ta kendisidir.

68 öncesi ve sonrasında Devrimci, Sosyalist, Militan önderlerin kemalizme yönelik eleştirileri, zamanla her türlü ilişki ve bağın reddi ve oradan da doğrudan ihtilalci bir Marksizm’e Leninizm’e yönelişi görmemenin önemli nedenlerinden bazıları; dönemin gerçekliğini inkâr, günümüze devredilen Devrim ve Bilimsel Sosyalizm bayrağının paçavraya dönüştürülmeye çalışılması, mevcut sistemi ve Kemalizm’i besleme ve en önemlisi de emperyalizm ve yerli işbirlikçi kapitalistlere karşı doğrudan devrimci mücadeleyi dağıtma ve imha çabasıdır.

*

68’i ele alırken onun temel özneleri olan önderlerin ve kadroların ideolojik-politik çizgileri olan Marksizm Leninizm’i bu değerlendirmelerin içinden çıkardığınızda ortada sadece nostaljik ‘devrimcilik’ kalır.

Keza 68 kimi çevreler yenildi, parçalandı, dağıldı gibi operasyonal bir dil kullansalar da burada da emperyal hizmet dilini çok iyi anlamaktayız.

Nitekim 68 kendisini 70ler, 80ler, 90lar ve günümüzdeki Devrimci, Sosyalist, Militan mücadelelerine taşımış ve taşımaktadır.

68’in önderlerinin hem teorik, hem pratik, her türlü Devrimci, Sosyalist, Militan eylemi binlerce dersle doludur ve bu dersler hem günümüz Devrim ve Bilimsel Sosyalizm mücadelemizi hem de daha ileri adımlar atmamıza sebep olmaktadır.

Her ne kadar içi boşaltılsa da hem kendi döneminde hem de sonrasındaki Devrim ve Bilimsel Sosyalizm bayrağını devrettikleri Devrimci, Sosyalist, Militan çizgilerinden asla gerim adım atmadıkları gibi hemen hemen her dönem olduğu gibi özellikle 1 Mayıs Taksim Direnişinden, Haziran Taksim Gezi Direnişi ‘ne oradan da, Eylül Tuzluçayır Direnişi ’ne son olarak da Yolsuzluk ve Rüşvete karşı direnişlerde, dayanışmalarda, birlikteliklerde, paylaşımlarda, üretimlerde bir kere daha bu coğrafyanın Devrimcilerinin, Sosyalistlerinin, Komünistlerinin birlikte hareket edebileceklerini ve aralarındaki çeşitli farklılıklara rağmen birlik ve beraberlik sağlayabileceklerini bire bir yaşamak her Devrim ve Bilimsel Sosyalizm neferi için ne kadar onur vericiyse bizler içinde aynı onuru yaşamak ayrı bir mutluluktur.

Deniz-Yusuf-Hüseyinler, Mahirler, Sinan, Ulaşlar, İbrahimler ve daha nice Devrimci, Sosyalist, Komünist önder ve kadrolar yeri geldiğinde en sert tartışmaları aralarında yapsalar da Devrim ve Bilimsel Sosyalizm yolunda yeri ve zamanı geldiğin cephede, barikatta, meydanlarda, sokaklarda, kırlarda, fabrikalarda, tarlalarda yine yeniden kapitalizme karşı, emperyalizme karşı, faşizme karşı mücadelede omuz omuza vermesini bilmiştir bilmektedir de.

Ve bu daha başlangıç mücadeleye devam…

Yaşasın 1 Mayıs Taksim Direnişi
Yaşasın Haziran Taksim Gezi Direnişi
Yaşasın Eylül Tuzluçayır Direnişi
Yaşasın Faşizme Karşı Mücadele Cephesi
Yaşasın Uluslararası Devrimci Bilimsel Sosyalizm


Hasan Hüseyin Beydil
SÖMÜRÜLEN SÖMÜREN ÇELİŞKİSİ ÜSTÜNE

Sömürgeyi sadece bir dram olarak tanımlamak onun insana ve doğaya verdiği zararı küçültmek, azalmak, gizlemektir.

Sömürenle sömürülen arasında ilişkiyi adeta kopmaz bir bağ gibi ortaya koymaksa statik olduğu kadar sömürenden yana işbirlikçi bir yaklaşımdır.

Sömüren varsa sömürülende olacaktır, sömürülen varsa sömürende olacaktır bu durum değişmez, kopmaz, değişmez bir ilişki gibi görülmesi sömürgeci düzenin devamının savunusundan başka bir şey değildir.

Pek çok dinde iyiler ve kötüler vardır ve bu zıtlar birbiriyle uyum ya da uyumsuzluk içinde yaşarlar.

Bu süreç ezelden edebe de kadar devam edecektir.

Bunun tersini düşünmek bunun ortadan kalkmasını düşünmek neredeyse imkânsızdır.

Dinler bunları vaaz verir.

Bu vaaz zamanla sömüren ve sömürülen arasındaki değişmez ilişkiyi de tanımlamaya ve devam ettirilmeye çalışılmaktadır.

Ekonomik, politik pek çok olguya kendini dayayan sömürgeci sistem bir o kadar da dinlere kendini dayandırmaktadır.

Din sömürgecinin sömürü düzenini devam ettirmesi ve sömürülenin sömürge karşısında sus pus olması ve mevcut sömürgeci sistemi kabulünü ve bağlılığını sağlamaktadır.

Çağlar boyu sömürgecinin bastığı her toprak parçasında din ya öncü rol oynamıştır ya da zamanla sömürülenleri ehlileştirme mantığı din ile kendisini tariflemiştir.

Burada din dediğimiz olgu esasında sadece sömürülenin sömürüsünü yaygınlaştırmak, kabul ettirmek, sabitlemek amacıyla uyguladığı propaganda ve ajitasyon olarak tanımlanmaktadır.

Dinlerin özellikle de kitaplı dinlerin ilk ortaya çıktığı dönemler incelendiğinde insanın ve doğanın sömürüsüne karşı, insanlaşmaya dair pek çok söylem görülse de zamanla dinler ilk çıktıklarından zamanla herhangi bir sömürgecinin elinde sömürüye hizmet etmeye başlar ki bu artık o dinin kendi çıkış koşulları ve ortamından uzaklaşmasıyla olur.

Esasında bu uzaklaşma başladığı andan itibaren sömürgeci elindeki din ile o dinin ilk çıkışındaki birbirinden artık ayrıdır.

Roma imparatorluğunun sömürgeci sistemi başlangıçta İsa’yı katledip, inkâr ve imha ediyor sonra ise sömürgeciliğinin bayrağını da İsa’nın çakıldığı haç yapıyor.

Çarmığa gerip sonra o çarmığın adını haç yapıp kendisini de o haçın en güçlü temsilcisi sayarak sömürgesinin en büyük aracı yapıyor.

Sömürenleri anlamanın en önemli yollarından biri dinler tarihidir.

Dinler tarihi olarak bilinenler sömürgecilik, sömürü ve bunlarla ilgili pek çok kavramı anlamamıza yardımcı olacaktır.

Sömürülenler neyin, ne zaman, nasıl, kimler tarafından sömürüldüğünü anlaması sömürünün de sonunun başlangıcı olacaktır.


HASAN HÜSEYİN BEYDİL
MÜCADELE ETMEK YA DA ETMEMEK

Mücadele etmek, ediyor olmak, etmeye devam etmek, evet, bunların hepsi uzaktan bakınca “davulun sesi hoş geliyor” misali devam eden yaşadığımız coğrafyadaki pek çok sendika gerçekten mücadele mi etti, ediyor mu, etmekte mi, bu soruları cevaplamadan yaşanılanları gerçekten bir mücadele sayabilir miyiz?

Sendikalar üyelerinin çalıştıkları iş kollarında emeklerinin alınterlerinin karşılığını istiyorlar, peki veren var mı? Elbette hayır. Peki, verecekler mi, elbette hayır. Neden mi, sorunun cevabı çok basit emek-sermaye arasındaki çelişki devam ettikçe bu mümkün değil. Sadece sendikalıların değil hiçbir üretici gücün emeğinin, alınterinin karşılığını kapitalizm devam ettiği sürece alması mümkün değildir. Her ne kadar iyi niyet temennisi açısından emeğin ve alınterinin karşılığı istenilse de bu karşılık kapitalizm devam ettiği sürece verilmeyecektir. Neden mi, sorunun cevabı çok basit kapitalizm emeğin ve alınterinin sömürerek varlığını devam ettirir ve emeğin ve alınterinin karşılığını vermek demek sermaye birikimi yapmak demektir ki bu kapitalizmin iflası demektir.

Sendikalar demokratik kurallara, normlara, yasalara uygun bir sendika yasası isterken, kapitalistlerde vermemeye devam eder. Neden mi, sorunun cevabı çok basit kapitalist için demokratik sendika yasası demek üretici güçlerin grev yapmadığı, yaptığında işten attığı, sendikalı olunduğunda, işten attığı vs şeklindeki bir demokratik sendika demektir. Yani kapitalizmin demokratik sendika anlayışı açık ve nettir. Peki, sendikaların demokratik sendika isteği açık ve net midir, elbette hayır. Sendikalar demokratik sendikadan dilediklerinde grev yapmak, dilediklerinde iş bırakmak, yavaşlatmak, tüm iş kollarında sendikalı olmak ve daha pek çok sistem içi taleplerde bulunmaktan öte bir şey istememektedir. Demokrasi kavramı kapitalizm açısından muğlak değildir, burjuvazinin çıkarlarını ve menfaatlerini koruyup kollayan açık net bir demokrasi anlayışıdır. Oysa sendikaların demokrasi talebi üretici güçlerin demokrasi olan bilimsel sosyalizm açık ve net değildir ve muğlaktır. Sendikaların demokrasi talebi kapitalistlerin vereceği kadardır ve ötesini talep edemez, etmiyor da.

Sendikalar çalışanların en etkin şekilde sosyal güvenliğini, iş güvenliğini ve iş güvencesini savunurken, kapitalizm her geçen gün daha fazla bu güvenlikleri, güvenceleri savsaklamakta, değiştirmekte, bozmakta, kendi lehine yasalarla daha fazla kısıtlamaktadır. Neden mi sorunun cevabı çok basit, bu güvenlik ve güvenceleri sağlaması demek onun sermayesinden, karından feragat etmesi demektir, emek ve alınteri üzerinden sömürerek elde ettiği geliri bu tür taleplere ayırması demek daha az kar etmesi demektir ki kardan ödün vermek sermayenin ve gelirin azalması demektir. Üretici güçlerin sosyal güvenliği üzerinde oynanan alaverenin dalaverenin hepsi sadece birer yasallık adı altında laf kalabalığıdır, hiçbir düzenleme, hiçbir dönemde bunu sağlamamıştır, sağlamayacaktır da, iş güvenliğinin ve iç güvencesinin sağlanması kapitalist sistemde mümkün olmaz, çünkü bu üretici güçlerin elinin güçlenmesini, birliğinin, dayanışmasının gücü artırır ki bu durum daha rahat grev ve daha güçlü mücadele demektir burjuvaziye karşı.

İşçilerin, memurların geniş kapsamlı grevli toplu sözleşmesi adına yasal düzenleme talebi sadece burjuvazinin kapitalizmin devamını dokunmayacak şekilde olacaktır, tersine bir durum daha fazla güçlenen, birleşen deneyim kazanan üretici güçleri karşısına alması demektir. Üretici güçleri karşısına almak yerine onların grev ve toplu sözleşme benzeri taleplerini her geçen gün daha çok kırpar, keser, sınırlar, kimi zaman bunu vatan savunması, savaş, kriz, istikrar vs. gibi nedenlerle de daha da pekiştirir.

Tüm iş kollarında üretenlerin çalışma koşullarının üretici güçler lehine düzeltilmesi daha iyi koşullarda çalışma koşullarını yaratsa da verimliliği artırsa da bu burjuvazinin daha çok kar etmesine, daha çok sermaye biriktirmesine sebep olmaktan öteye gitmez. Kaldı ki çalışma koşulların düzeltilmesi demek, yeni masraflar, yatırımlar, yani yeni giderler demektir, gider demek karı azaltmak demektir ki bu burjuvazinin sermaye birikimi yapmasını ve yeni sömürü alanları oluşturmasını engeller, dolayısıyla çalışma koşullarının düzeltilmesine yönelik taleplerde sadece sözde kalacaktır.

Mesleki ve özlük hakları, tüm üretenlere ücretsiz sağlık ve sosyal hizmet gibi talepler ekstra gider demektir ki gider burjuvazi için karabasan demektir, burjuvazi için kardan gidecek her kuruş rüyaların kaçması demektir. Hele ki ücretsizlik kavramı bu kavram kapitalizmde asla mümkün değildir. Zaman zaman çeşitli alanlarda her ne kadar adı ücretsiz olan mal ve hizmetler var ise de bunlar asla ücretsiz değildir, her bir malın ve hizmetin bedeli bir başka emek ve alınteri sömürüsüyle elde edildiğinden birilerine bir malı ya da hizmeti ücretsiz vermek demek diğer üretenlerin daha çok sömürülmesi olacaktır, kaldı ki ücretsiz verildiği iddia edilen hangi mal ve hizmet vergilerle, ücret kesintileriyle, yine mal ve hizmetlere yapılan zamlarla dönemler içinde fazlasıyla geri alınır. Kapitalizm için ücretsizlik diye bir uygulama sadece sözdedir, çünkü her ne şekilde olursa olsun her türlü mal ve hizmetin mutlaka bir emek ve alınteri sömürüsü dayanağı vardır.

Kapitalizmden talep edilen barış ve demokrasi meselesi başlı başına temel bir çelişkidir ki kapitalizm için barış uzaktır ve kapitalizm burjuvazi dışında kimseyle asla barışmaz, savaş onun varoluş temelidir, savaşsız bir kapitalizm düşünülemez, çünkü savaş her ne kadar pek çok mal ve can zararı ya da kaybına sebep olsa da bu burjuvaziyi hele hele emperyalist burjuvaziyi olumsuz yönde etkilemez tam tersine bu her zaman daha fazla fayda elde etmesini sağlar. Savaş demek yeni Pazar, yeni tüketim, yeni sömürge demektir. Savaş kendi içinde tıkanan kapitalizme her defasında hayat öpücüğü olmuştur. Savaş kapitalizm daha da güçlenerek yeni bir düzen, yeniden dirilişi demektir. Barış kapitalizmin bünyesine uygun değildir. Demokrasi ise kapitalizmde sadece burjuvazi için geçerlidir ve asla bundan kimsenin yararlanmasına izin vermez. Kapitalizmin demokrasisi her zaman üretici güçlere karşı diktatörlük olarak yansımıştır ki bu yansımanın yönü ve şekli kapitalizm varlığını sürdüğü sürece asla değişmez.

Cinsiyet ayrımcılığı kapitalizm açısından asla değişmez, çünkü özellikle kadın kapitalizmin sömürü araçlarının en temel unsurlarındandır. Kadın kapitalizmden sadece sömürülen bir üretici güç değildir, aynı zamanda tüketimi pohpohlayan, besleyen, yaşatanda bir cinsiyettir. Kapitalizm kadını sınırsız sömürür, kadını sömürmek birebir toplumu topyekûn daha rahat sömürmek demektir. Toplum kadın üzerinde en yoğun ve saldırgan şekilde sömürülür kapitalizmde, sadece sözde kadına yönelik üretim hem kadının üreten hem de tüketen olarak sömürülmesiyle sağlanır. Kapitalizmde din gibi, milliyetçilik gibi sömürü araçları ne kadar etkiliyse kadında o kadar etkiler toplum üzerinde. Kadının üretimdeki ve tüketimdeki dizginleri burjuvazinin elinde olduğu sürece o toplum asla özgürleşemez ve eşit olamaz. Kadını sadece metalaştırmaz metayı da kadın üzerinden en iyi şekilde pazarlayan yine kapitalizmdir. Kadın içinde bulunduğu sömürü çarklarını kırmadığı sürece kadın insan sayılmaz, kadının esasında kapitalizmde cinsiyeti yokturdur, neden mi çünkü kapitalizm onu insanlıktan çıkarır ve sadece en yoğun, en şiddetli sömürülen üretici güç haline getirir, yani kadın kölenin de kölesidir aynı zamanda kapitalizmde. Kadının özgürleşmesi ve eşitlenmesi ancak kadının insan olduğunun kabul edilmesiyle olabilir, kapitalizmde asla kadın insan olmamıştır, olamazda, olamayacakta, kadının duygusuzlaştıran, düşüncesizleştiren, beceriksizleştiren, insanlaştırmayan kapitalizmdir. Sözde ya da uygulamada her ne kadar kadın hayatın bir parçası gibi görünse de kadın hayatın içinde olan ama hayatın kendisi olmayandır. Kapitalizm hayatın içindeki kadına sadece üretmeyi, tüketmeyi, sömürülmeyi, insandışı bir varlık olmayı verir, böylece onu en kolay sömürülen haline getirir.

Çevre ve ekolojik denge kapitalizm için asla hiçbir şey ifade etmez. Burjuvazi insanı ve doğayı parçalamadan, yakıp, dökmeden, ormanları, denizleri, ırmakları, göller, dağları, ovaları dileğince, hesapsızca, sömürür ki bu onun için hiç bir şey ifade etmez. Çevre ve ekolojinin bozulması, yağmalanması, yıkılması, bir daha yenilenemez hale gelmesi burjuvazi için hiçbir şey ifade etmez. Nasıl ki insanı sömürürken o insanın ölümü, kalımı, sağlığı, yaşam koşulları ne kadar önemsiz ve değersizse çevre ve ekolojide o kadar değersizdir. Doğanın sömürülmesi ve katliamı insanın sömürü ve katliamına paralel işler kapitalizmde. Bu katliamlar ve sömürülerin tek amacı daha çok kar daha çok sermayedir. İnsanlığın insanlıktan çıkması, çevrenin ve ekolojik dengenin bozulması, kolay kolay bir daha yenilenemeyecek hale gelmesi burjuvazinin çıkarlarına en uygun haldir. İnsan ve doğa burjuvazi için sadece birer kar ve sermaye aracıdır, burjuvazi için insan ve doğanın kaybı ve yıkımı asla önemli değildir. Nitekim kapitalizmin sonu ya insanlığın ve doğanın sonudur ya da Bilimsel Sosyalizmdir dememiştir boşu boşuna Karl Marks.

Özgür bir toplum, emeğin ve alınterinin karşılığı, insanın insanlaşmasını sağlayacak eşitlik ve demokrasi ancak bilimsel sosyalist bir sitemde yani insanın insanı ve doğayı sömürmediği bir toplum gerçekleşebilir. Unutulan ve gözden kaçan en önemli sorun özgürlük, demokrasi, eşitlik, barış, dayanışma, birlik, kapitalist sisteme ait kavramlar değildir. Kapitalizmin varoluşunun başından günümüze kadar en küçük, en basit bir tarih incelemesiyle görülecektir ki kapitalizm bu kavramlarla ilgilenmez, ilgilense de bu kavramlar yani özgürlük, demokrasi, eşitlik, barış, dayanışma, birlik gibi her zaman sermaye birikimine, kara, ranta, faize yenik düşmüştür. Çünkü kapitalizm için önemli olan sermayedir ve onun her zaman artmasıdır.

Kapitalizme umut bağlayan sendikalar sadece kapitalizmin devamı adına sebep olurlar. Kapitalizmden medet umanlar sadece burjuvazinin kölesi olmaya devam ederler. Kapitalizmden bir şeyler almayı, bir şeyler elde etmeyi düşünmek burjuvazinin yediği yemeğe ortak olmak demektir, burjuvazinin üretici güçlerle değil ortak olmak yerine daha fazla onu köleleştirmek gibi bir derdi vardır. Burjuvazi kapitalist devlet aygıtını kullanarak üretici güçler üzerinde sadece korku, baskı, şiddet, sömürü, katliam yaratır ki bunu da zorla yapar. Zor kapitalizmin devlet aygıtı üzerinde yarattığı her türlü burjuva yasallığıdır. Bu yasallık her türlü koşulda tüm kurumlarıyla sadece üretici güçleri kuşatmaktır. Bu kuşatma kendini darbelerle, karşı devrimlerle, vergilerle, düşük ücretlerle, işsizlikle, savaşlarla, sözde ekonomik krizlerle, kendisini ve varlığını üretici güçlere dayatır.

Evet, üretici güçler sessiz kalmamalıdır. Kapitalist sistemde burjuvaziye ve onun devlet aygıtına sessiz kalmak daha fazla köleliktir, sömürüdür, baskıdır, şiddettir. Sessiz kalan üretici güçler sadece burjuvazinin ona dayattığı sömürüyü daha fazla artırmasına sebep olur.

Üretici güçleri kurtaracak olan tek yol kapitalizm karşısında onu tüm kurumlarıyla yerle bir edip, yerine üretici güçlerin insanlaşmasını sağlayacak olan devrimle ve bilimsel sosyalizmle mümkündür. Kapitalizmi yıkmayan ve yerine bilimsel sosyalizmi inşa etmeyen üretici güçler kapitalizmin yok edeceği insanlık ve doğaya ve bu katliama, bu sömürüye seyirci kalmasından dolayı daha fazla köleleşmesi olacaktır.


HASAN HÜSEYİN BEYDİL
“ASİMİLASYON İNSANLIK SUÇUDUR”, “ZORUNLU DİN DERSİ ASİMİLASYONDUR” EVET, DOĞRUDUR.

Peki, kime göre insanlık, kime göre asimilasyon? Hangi zorunlu din dersi? Nasıl bir asimilasyon?  Bu ve benzeri sorular doğru cevaplanmalı, altı doldurulmalıdır. Bu soruların cevapları hem tarihsel, kültürel, felsefi, bilimsel, hem de ideolojik-politik olarak verilmediği taktirde bunlar sadece slogan olarak kalmaktadır, toplumda tam olarak karşılığını bulamamaktadır, sadece birkaç eylem, miting, panel, sempozyum vs. için sadece birer konu başlığı olarak kalmaktadır. Elbette ki pek çoğumuz bu etkinliklere, eylemlere katılıyoruz, çağırıcısıyız ya da eylem komitelerindeyiz. Bu etkinlikleri düzenli olarak takip edenler çok iyi bilir ki bu tür etkinlikler ne sorunu çözmekte, ne de konuyla ilgili olmayanların yani asimilasyona uğramayanların çokta umurlarında olmamaktadır. Sen, ben, bizimkiler torlanıp toplanıp, cümbür cemaat alanlardayız, sokaklardayız, salonlardayız, yürüyüşler, sloganlar, konuşmalar, müzikler, sloganlar, yürüyüşler ve evli evine köylü köyüne misali dağılıyoruz. Sonuç; asimilasyon devam ediyor, zorunlu din dersi devam ediyor, insanlık suç(ları)u devam ediyor. Sonra bu etkinlere, eylemlere çeşitli değerler biçiyoruz, kamuoyu oluşturuyoruz, gündem yaratıyoruz, kitlemizi bilinçlendiriyoruz, konu hakkında bilgisi olmayanları bilgilendiriyoruz vs. vs. evet doğrudur bunların hepsi hatta daha fazlası yapılmaktadır. Yıllar geçiyor, kuşaklar geliyor gidiyor, nesiller bitiyor, yeni nesiller, yeni kuşaklar geliyor yürüyüşler, sloganlar, konuşmalar, mitingler, eylemler, paneller, sloganlar, yürüyüşler ve bu döngü bir şekilde dönüyor dolanıyor tekrarlanıyor. Evet, bir döngü ve o döngünün içinde dönen duran adeta birer merkezkaç kuvvetinin deneysel sonucu gibi dönüyoruz. Kimse nereye gidiyoruz, nereye dönüyoruz, neyin peşindeyiz demiyor (mu) adeta bir aydınlanma, ilericilik, demokratlık, adeta bir solculuk adına bir merkez etrafında dönüp duruyoruz, sonuç asimilasyon devam ediyor, zorunlu din dersi devam ediyor, insanlık suç(ları)u devam ediyor. Öyle arkadaşlarımız, dostlarımız, yoldaşlarımız var ki neredeyse bu etkinliklerin, eylemlerin birini bile kaçırmadan eksiksiz katılmıştır, keza pek çoğuna bizlerde katıldık, katılıyoruz.

Geçmişte dünyanın kendi etrafında belirli bir yörüngede -sabit bir yörüngede- döndüğü bilinmekteydi. Evet, konumuzla ne ilgisi var denilecek haklı olarak bunca döngünün içinde dünyanın, yörüngesinin vs. ne işi var denilecek. Şimdi doğa bilimlerindeki verileri incelemeden, sosyal bilimlerdeki ilerlemelere dair yapılacak değerlendirmelerin eksik olacağı ve doğa bilimlerinin yeni verileri üzerinden sosyal bilimlerde değerlendirmeler yapıp onun üzerinden de elde edilen sonuçlarla toplumsal sorunların çözümüne dair gerekli çalışmaların yapılmayacağını ve insana, doğaya ve evrene (kozmosa) yönelik tüm analizlerimizin, sentezlerimizin bu temelde olacağının ön kabulünden hareketle ancak çözümlemeler üretimler yapabiliriz. Kimi zaman gerekli analiz sentezler eksik ve yanlış yapıldığından ve doğanın kendi kurallarına ve yeni verilerine uymadığında bir tekrardan,  bir döngüden başka bir şeye yaramaz. Çok klasik örneklerden biri olmakla birlikte özellikle iş, kuvvet, cisim gibi kavramların arasındaki ilişleri açıklamak da önemli bir örnektir, örneğin kendisi de ayrıca kolay anlaşılır olmasından dolayıdır ki anında sosyal bilimlere de uyarlana bilecek bir yapısı vardır. Örnek şöyle a noktasında b noktasına herhangi bir cisme kuvvet uygulandığı taktir de a noktasındaki cisim koşar adımlarla b noktasına gider, ve burada yapılana iş denir ve bu işin belli bir birimi vardır vs. vs., buraya kadar bir iş yaptık ve herkesten alkış aldık hepimiz bunun farkındayız. Ancak işte tamda sorun şimdi başlıyor, herhangi bir kuvvet b noktasındaki cismi a noktasına tekrar getirirse işte o zaman yapılan iş sıfır olur. Bu tabi ki bir zemin ortamında gerçekleştirilen işle ilgilidir. Sıfıra sıfır elde var sıfır dediğimiz birazda böyle bir şeydir. Yani Yüksel Caddesi’nden çıkıp Kızılay Meydanı’na gidip gelmek ve tekrar Kızılay Meydanı’ndan da Yüksel Caddesi’ne gitmek değil bahsettiğimiz ya da Şişli’den Taksim’e gidip tekrar Taksim’den Şili’ye gitmek değil kastettiğimiz! 

Şimdi asıl meselemize dönelim o kadar doğa ve sosyal biliminden bahsettik ve arada da dünyanın yörüngesi dedik ve devam edelim oradan. Geçmişte dünyanın yörüngesinin sabit olduğu ve dünyanın habire aynı yolu habire koşa koşa yürüye yürüye tekrarladığı gibi bir veriye sahiptik ve böylede biliniyordu. Ne zamana kadar geçtiğimiz yüzyılın falanca tarihine kadar. Peki, o tarihten sonra ne oldu da bize de burada bunu tekrarlama görevi düştü, evet, dünyanın sabit bir yörünge üzerinde habire aynı yolu aşındırdığı, gerçi yörüngeler (yollar) yürümekle aşınmaz diyenleri tasdiklercesine yolu devam edemedi. Görüldü ki zamanla yapılan araştırmalar, deneyler, gözlemler vs. dünyanın kendi etrafında sabit bir yönde dönmediği ve her yıl farklı bir yörünge etrafında helezonik yani herkesin anlayacağı dille bildiğiniz karyola yayı misali dönmekteymiş. Yani dünyanın kendisi bile bir geçtiği yörüngeden bir daha geçmeden yoluna devam ediyormuş.

Neden bu örnek denilecek işte burada doğa bilimlerini bize sunmuş olduğu bu ve benzeri veriler bizim sosyal bilimlerde yeni, sonuçlar elde etmemizi sağlamalıdır ki ardından var olan toplumsal sorun ve çelişkilerimize yeni çözümler üretebilelim. Dünyanın bile o cansız ya da canlı varlıkları sırtına alıp gezdirirken sırf sıkılmasınlar diye aynı yörünge bir daha kullanmaması üzerinden yapılan eylem, protesto, etkinliklerle ilgili de sırf sıkılmasınlar diye bile her yıl eylem ve etkinlik biçimleri değiştirilebilir denilebilir, ancak bizim amacımız salt eylem ya da etkinliklerin her yıl değiştirilmesi olmamalıdır, tam tersine eylem ve etkinliklerin çelişkiler ve sorunlarla ilgili çözüm üreten ve çözümü yaratan çözüme ulaştıran bir yol katetmesi ve aynı yörüngeyi bir daha kullanmaması gerekir.

Konu açık ve net sorun varsa çözümde var demektir önemli olan toplumsal muhalefet güçlerinin her yıl yaptıklarının sorunun ve çelişkilerin kaynağının değişmediğini bile bile ısrarla aynı yörüngede dönerek soruna çözüm arandığı gibi bir iddiada bulunmaları doğanın kendisine aykırıdır. Doğa bunu kabul etmiyor derhal atıyor. Zorunlu din dersi ya da asimilasyon ya da insanlık suçları bunlara milyon tane sorun ve çelişki ekleyebiliriz, Kürtleri, Ermenileri, Süryaniler, Çerkeşleri, Pomakları, Çingeneleri vs. kadın, erkek vs. doğanın ve insanın sömürüsü sorunları, işçileri, işsizleri, köylüleri, ırgatları, memurları, eğitim, sağlık, barınma, ulaşım,  demokrasi, barış, eşitlik, özgürlük vs. sorunları, talepleri de aynı çerçevede düşünülmeli en azından bir kerede olsa ya da bir yıl da olsa aynı yörüngeden geçilemeyeceği geçildiğinde sorunun çözülemeyeceğini anlamak adına!

Yörünge sizin nereden, nereye kadar nasıl ve neden gittiğinizi belirler. Eğer yörüngeyi şaşırmışsa bir toplum nereden, nereye, nasıl ve neden gittiğini uzun bir süre anlayamaz. Tıpkı uzayda başıboş gezen gökcisimleri misalidir. Güneşin çekim kuvveti dünyanın onun etrafında dünyanın da çekim kuvveti ayın dünyanın etrafında sağladığı gibi güneşin içinde bulunduğu samanyolu galaksisi de evrensel çekim kuvveti etrafında helezonik yani bir geçtiği yörüngeden bir daha geçmemektedir. Gerçi bu çok yabancı bir bilgi değil aslında biraz düşündüğümüzde pek çoğumuz bunu destekleyecek binlerce örneği hatırlayacaktır.
Israrla aynı yörüngede yürümenin, slogan atmanın, miting yapmanın, etkinlikler yapmanın çelişkilerin çözümüne mi, yoksa karşı yani egemen güçlerin her geçen gün ekonomik, politik, bürokratik olarak güçlenmesini mi sağlamaktadır, elbette egemen güçlerin elini güçlendirmektedir. Pekâlâ, bu ısrar niye, neden çok basit özellikle çekilen hatıra fotoğraflarındaki duruş, şekil, ifadeler net bir şekilde durumun esas boyutunu ortaya koymaktadır. Her geçen gün neredeyse her yerde her alanda yapılan, yaptığımız, yapılacak olan eylem ve etkinliklerin her birine dikkat edilirse adeta bir sorumluluktan, yönetimden, değişimden, devrimden kaçış gözlenecektir. Bir kokteyl havasında başlangıçta geçen bu etkinlikler ne de çok kişinin albümlerinde yeni yeni nostaljiler yaratacak yaşanmışlıkları gerçekleştirmektedir.

Oysa tutuklamalar, gözaltılar, işkenceler, katliamlar, zorunlu bilmem neler, asimilasyonlar, inkâr ve imhalar, işsizlik, yoksulluk, taşeronlaşma, vs. vs. devam etmekte hem de durmaksızın evet yaklaşan yeni yerel seçimlere şimdiden merhaba demekten öteye gitmeyen iktidar ve sözde muhalif güçler ardından tekrar genel ve cumhurbaşkanlık seçimleri yola devam bugün akp idi, dün anavatan, evvelsi gün adalet partisi vs. derken yarını bekleyeceğiz bakalım hangi “a” ile başlayan ve bizi habire “b” ye götüren ve tekrar “a” ya getirerek yaptıklarımızın hepsinin sıfır olduğu işlerle daha ne kadar devam edilecek! Bu yörünge ve “a”,  “b” arasında gidiş ve “b” den tekrar “a” ya geliş değişmeli ve değiştirmeliyiz bu da ancak mevcut sistem içindeki bürokratizm bataklığından çıkmakla mümkündür. Evet, içlerinde dostlarımız, arkadaşlarımız, yoldaşlarımız olan yüzlerce bürokratizmden başka hiçbir şey olmayan kurumlarla bu döngü ancak buradan buraya gider. Her geçen gün tükenen, savrulan, teslim alınan, asimilasyonu bırak kişiliksizleşen yeni yeni nesil çoğalmakta ve senin, benim, onun pek çoğumuzun savunduğu değerler zamanla tükenmekte asıl gözden kaçırdığımız asıl bu mücadelede bayrak teslimlerinin yapılamadığını görmemiz gerekmektedir. Yeni nesiller ve onlardan sonra gelenler adım adım ya kişiliksizleşiyor ya da teslim alınıyor.

Mevcut sistemle olan sorunları bürokratik çözümlerle, sözde muhalif çözümlerle, sözde eleştirel çözümlerle, parlamentolarda ya da yerellerdeki geçici milletvekilleriyle ya da belediye başkanlıklarıyla, yasa ya da anayasa değişiklikleriyle bu sorunlar bu çelişkiler ortadan kaldırılamaz ve kaldırılmayacak kimse kimseyi kandırmasın!

Her gün, ay, yıl, özellikle her on yıllarda katliamların, gözaltların, tutuklamaların, işkencelerin, sürgünlerin, göçlerin, cinayetlerin, tecavüzlerin, işsizliğin, üç kuruşa köleliğin, bitmez tükenmez bir şekilde artarak devam ettiği bir toplumda diğer tarafta ise sistemin içinde olan, sisteme entegre olmuş, ister burjuva olsun, ister küçük burjuva olsun, ister yüksek maaşlı işçi ya da memur olsun hatta düşük maaşlı kimi çevrelerde olsun, küçük ya da orta ölçekli sanayi ya da büyük sanayici olması fark etmez hangisi olursa olsun, askeri ya da sivil bürokraside memur olsun, emekli olsun, köyde üç beş dönüm arazisi olan olsun, öğrenci olsun vs. vs. sistemle özel mülkiyet düzeyinde, çıkar menfaat ilişkisi içinde olanlarla bu işlerin içinden çıkmak zor görünüyor, umarım tersi olur demekte fayda etmeyecek hale gelinmiş durumda.

Bu coğrafyanın işçileri, halkları, Bilimsel Sosyalistleri birliğinden oluşacak bir birliktelikle aşabiliriz tüm bu sorunları ki bu birlikteliğin önündeki en önemli ilke, görev ve sorumluluk Devrim olmalıdır, olacaktır da, bunu hiçbir güç engelleyemeyecektir.


HASAN HÜSEYİN BEYDİL
“AİHM “KİMLİĞE ALEVİ YAZILSIN TALEBİNİ” KABUL ETMEDİ”, SİNAN IŞIK BEYEFENDİ ÖYLE DİYORSA ÖYLEDİR NE DİYELİM!

1-           “Sinan Işık Sn. Hasan Hüseyin BEYDİL... Konuya gösterdiğiniz özen ve vermiş olduğunuz önem, harcadığınız emekten belli... Bu nedenle size teşekkür ederim...

Öncelikle “KIZILBAŞ ALEVİLİĞİ (3) KIZILBAŞ ALEVİLİĞİNİ İSLAM’A, MEZHEBE VE CUMHURİYET'E YAMAMA ZİHNİYETİ SADECE VE SADECE KIZILBAŞ ALEVİLERİNE KATLİAM GETİRMİŞTİR” başlıklı makalemi okuduğunuz ve yorum yaptığınız teşekkür ederim. Ayrıca konuya özen vermemi, önem vermemi, harcadığım emeği görebilmiş olmanızdan dolayı sizi selamlıyorum. Bunu anlayabilmek için gerçek çok ciddi bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Görüyorum bu sizde var. Bundan dolayı da sizin gibi geniş bir bakış açısına sahip birisinin bana cevap yazmasından en gin bir kıvanç duydum!

2-           “Fakat her ne kadar görünen bu olsa da. ”yazdığınız yazının içeriğinin boş olduğunu söylemek zorundayım...”

“Önem, özen, emekten” bahsetmişsiniz yukarıda ancak bir sonraki cümlenizde maalesef fikir değişikliği yapmışsınız. Yani yazmış olduğum makaleye “boş” demişsiniz. Esasında tam burada makaleme yönelik cevap ya da yorum niteliğindeki yazınıza son verebilirdiniz. Çünkü hem “boş” bir makaleyle uğraşarak enerjinizi tüketmezdiniz daha yararlı, daha faydalı işlerle uğraşabilirdiniz. Çünkü gerçek insanların “boş” işlerle uğraşmasını asla onaylamayan bir yapıya sahibim. Sizi böylesine “boş” işler ben dahi uğraştırıyorsam çok ayıp etmişim, bundan sizden ve sizin şahsınızda vermek olduğunuz “mücadele” adına özür dilerim! Tabi buna neyin, kimin, nerenin, nasılın, nedenin, biz, siz, onlar ve bir cümle tez elden bütün insanlık sormakta herhalde hiç bahis göremediysek de umarım başarılarınız devamını görmek nasip olur!

3-           “Gördüğüm kadarıyla tam anlamıyla kafa karışıklığı içerisindesiniz...”

Evet, bakınız kesinlikle bu konu haklısınız! Kafam o kadar karışık ki sizin bu cevap niteliğindeki yazınızı okuduktan sonra hemen kendime geldim ve kafamı derleyip toparlamaya çalıştım. Umarım başarılı sayenizde! Zahmet olmazsa Kızılbaş Aleviliği ile ilgili diğer yazılarımı okursanız umarım sizin “karışık olmayan kafanız ”da küçükte olsa hatta minnacık olsa çekmelerden birini aralayabilirsem ne mutlu bana. Keza yazmış olduğum makaledeki bütünselliği kavrama ve esas üzerinde durabilmiş olsaydınız “kafa karışıklığı”nın nerede, kimde, nasıl, neden, niçin, kiminle olduğunu gayet iyi anlayabilirdiniz. Ne üzücüdür ki gördüğüm kadarıyla karışıklık bir yanda, kafa bir yanda, teslimiyet öbür yanda, entegrasyon bir yanda, harala gürele yaşam devam ediyor anlaşılan!

4-           “Bir yandan Türk-İslam resmi söylemine karşı çıkarken, öte yandan tam da ona hizmet eden bir çaba içerisinde olduğunuzu görmekteyim...”

Kesinlikle sizi bir kere daha selamlıyorum. Yukarı okumuş olduğunuz makaleden bu sonucu çıkarabilmek her kesin harcı değil! Sizin bu sonuca ulaşmak adına harcadınız emeği, özeni, önemi, takdire şayan görüyorum. Burada KIZILBAŞ ALEVİLİĞİ ile ilgili diğer makalelerime bakınız ve aynı makaleyi on okuyup bir bardak su içtikten sonra en yakın penceren dışarıya avazınız çıktığı kadar ben “KIZILBAŞ ALEVİLİYİM” diye bas bas bağırmanızı tavsiye diyorum! Ben zaman zaman yapıyorum çünkü bunu ve faydasını görüyorum size de tavsiye ederim!
Yani sadece pes diyorum bu makalede ciddi benim “türk-islam sentezi”ni savunduğumu iddia edebiliyorsunuz gerçekten sizi ayakta alkışlıyorum. Özellikle şunu bilmenizde fayda var ben ne türküm, ne doğruyum, ne çalışkanım, ne de dinim islam, üzgünüm size bu konuda istediğiniz cevabı veremediğim için. Kaldı bahsetmiş olduğunuz ki sizin türk-islam sentezi olarak bildiğiniz naçizane benim muaviye islam ideolojisinin devamı saydığımı bu sentezle bilakis hem teorik hem de pratik olarak mücadele etmekteyim.

5-           “Tüm bunların ötesinde ve her şeyden önce yanlış bilgilere dayanarak yorum yapmışsınız...”

Üzülerek söylüyorum gerçek asıl sizde yanlış bitmiyor. Keza size bu cevabı neden verdiğimi ayrıca yazının sonunda ileteceğim meraklanmayın. Yukarıda okumuş olduğunuz makalede sizin adınızın, sizin davanızın ne takipçisiyim, ne izleyicisiyim, ne destekçisiyim, ne önericisiyim, ne çağırıcısıyım bu tür eylemleri vasat altı görürüm bilesiniz. Sizinle ve davanızla ilgili bilgileri dikkat ederseniz tırnak içinde yazdım, özellikle altına şu ya da bu kaynak diye yazmadım, çünkü bu bilgileri okuduğum haber kaynakları burjuva basını olduğu için, onların reklamını yapmak adına kaynak belirtmedim. Kaldı ki KIZILBAŞ ALEVİLİĞİ ile ilgili bir dizi makale yazdım ve yazmaktayım, siz ve sizin davanızda yukarıda okumuş olduğunuz makaleyi yazdığım dönemde sadece küçük bir anekdot olarak ele aldım. Makalemi tekrar onuncu kez okursanız, tabi rica ediyorum!  Siz ve sizin davanız gibi onlarca haber, bilgi, veri olur, olmaz, gelir, gelmez bu benim KIZILBAŞ ALEVİLİĞİ ile ilgili yazdığım makaleleri tam olarak temellendirmez. Ayrıca ne sizin davanız ne bir başka dava değil benim konum, ben daha çok KIZILBAŞ ALEVİLİĞİNİN felsefi, tarihsel, bilimsel, ideolojik, politik yanıyla ilgiliyim. Yani sizin davanız sizi kalsın, çünkü benim ne din hanesinin değiştirilmesiyle, ne olup olmamasıyla vs. hiçbir alıp veremediğim yok, neden mi, çünkü esas meselenin bu tür mevcut sistem içinde çözümler, uzlaşmalar, müzakereler, sözde hak arayışları ile herhangi bir sonuç alınacağına inanmıyorum. Mevcut sistem yani kapitalist sistem değişmediği sürece bilimsel sosyalist bir düzen kurulmadığı sürece bu ve benzeri davalar benim için çok fazla bir şey ifade etmez. Kısacası bu yılan hikâyesinden başka bir şey değildir. Ama yine de çabanızı, gayretiniz, özeninizi, öneminizi, emeğinizi selamlıyorum!

6-           “Bu davayı açan kişi olarak birinci ağızdan söyleyeceğim ilk şey, AİHM-nde verilen kararın DİN HANESİNE ALEVİLİK YAZILMASI ŞEKLİNDE OLMADIĞI, bunun yerine asıl karar-ın KİMLİKLERDEKİ DİN HANESİNİN KALDIRILMASI şeklinde olduğunu bilmeniz gerekmektedir... Evet, ben bu davayı açarken esas talebim KİMLİĞİME ALEVİ YAZILMASI şeklinde idi... Türk yargısında yargılamalar KİMLİĞİME ALEVİ YAZIN istemi üzerine devam edildi ve yapılan sözde yargılama sonunda bu talebim reddedildi... Fakat AİHM sürecinde talebimiz farklılaştı ve KİMLİKLERDEN DİN HANESİ KALDIRILSIN şekline dönüştü... Ve biz bu talebimizi AİHM’ne kabul ettirdik... Çünkü dedik ki eğer kimliğe ALEVİ yazılmayacaksa, o zaman KİMLİKLERDEKİ DİN HANESİ KALDIRILSIN... İŞTE BU İKİNCİ TALEBİMİZ AİHM TARAFINDAN UYGUN BULUNDU VE KARAR BU YÖNDE ÇIKTI... Hal böyle olunca İDDİA ETTİĞİNİZ ÜZERE -AİHM KİMLİĞE ALEVİ YAZILSIN TALEBİNİ KABUL ETTİ- şeklindeki sözlerinize dayatarak yaptığınız yorumlar tamamen havada kalmaktadır…Yani açıkçası olmayan bir şey üzerine hayali yorumlar yapmış olmaktasınız...”


Sayın muhterem Sinan Işık beyefendi gerçekten bu ışık yolunda bu şekilde beni bir kez daha aydınlattınız için size teşekkür ederim! Ancak “…Hal böyle olunca İDDİA ETTİĞİNİZ ÜZERE -AİHM KİMLİĞE ALEVİ YAZILSIN TALEBİNİ KABUL ETTİ- şeklindeki sözlerinize dayatarak yaptığınız yorumlar tamamen havada kalmaktadır...” özellikle bu cümlenizde çok büyük bir okuma yazma hatası yapmışsınız. Öncelikle şunu bilmenizde fayda var bahsettiğiniz cümle bana ait değil bu bir  “h-a-b-e-r” bilmem anlatabildim mi. yani herhangi bir şekilde okuduğumuz herhangi bir haberin kaynağını tek tek araştırıp neymiş, ne değilmiş öyle miymiş böyle miymiş diyene ben ne de o haberi yazan araştıramaz. Bu başka bir alandır, bunun da kendine göre uzmanları vardır. Ayrıca bir kez tekrar ediyorum bilesiniz ne sizin şahsınız ne de davanız benim makalemin doğrudan konusu, ana fikri, ana teması vs değil ve olamaz. Sadece ve sadece küçük bir “a-n-e-k-t-o-t” bilmem anlatabildim mi. yani makalemi bir bütün olarak ele almanızda fayda vardır. Çünkü ne sizin şahsınız ne sizi destekleyen kurum ya da kurumlar doğrudan benim muhatabım olamaz. Benim ele aldığım konu nerede, sizin olayınız, davanız, vs. nerede lütfen bu ayırdımın artık farkına varın.

7-           “Peki diyelim ki sizin dediğiniz gibi olsaydı, yani tam da benim isteğime uygun bir karar çıksaydı ve KİMLİĞİME ALEVİ YAZILSAYDI NE OLURDU??? İşte böyle bir karar TÜRK-İSLAM RESMİ SÖYLEMİNİN YERLE BİR OLMASI ANLAMINA GELİRDİ... RESMİ AĞIZLARIN HER AÇILIŞINDA BIKMADAN USANMADAN TEKRARLADIKLARI - BU ÜLKENİN %99-U MÜSLÜMANDIR- TEZİ YERLE BİR OLACAKTI... İŞTE BU TEHLİKEYİ ÇOK İYİ GÖRDÜKLERİ İÇİNDİR Kİ TÜM KURUMLAR ALEVİLİĞİN İSLAM DIŞI VE KENDİNE ÖZGÜ BİR DİN OLDUĞU İDDİASINA ŞİDDETLE KARŞI ÇIKTILAR... KAFASI PEK İYİ ÇALIŞMAYAN DÜZ MANTIKLI DEVLET ADAMLARI BU AMACI GÖREBİLİYOR DA, SİZİN GİBİ PARLAK ZEKÂLI VE SOLCU BEYİNLER NASIL OLUYOR DA GÖREMİYOR ANLAMAK ÇOK ZOR... AYRICA ALEVİLİĞİN İSLAMDAN AYRI KENDİNE ÖZGÜ BİR İNANÇ VEYA DİN OLDUĞUNU KABUL ETMENİZ İÇİN RESMİ MAKAMLARCA ONAYLANMASI MI GEREKİYOR... ALEVİLİĞİN DİĞER DİNLERDEN NE EKSİĞİ VAR Kİ DİN OLAMASIN??? KAFANIZ KARIŞIK VE BİLGİLERİNİZ ÇOK EKSİK OLDUĞU İÇİN DAHA FAZLA KARIŞMASIN DİYE BURADA KESMEK İSTİYORUM... BİLİNÇLİ GÜNLER UMUDUYLA...

Sizin inanın kimliğinizde ne yazdığı ya da yazacağı benim hiç umurumda değil. Sizden bir daha tekrar olacak ama lütfen BAKINIZ! Diğer makalelerime. Of of of işte budur kesinlikle inanıyorum ki sizin istediğiniz karar çıksaydı yüzde yüz türk-islamı sentezi yerle bir olurdu! Vay vay vay bu nasıl bir uçak, bu nasıl bir tren, bu nasıl bir vapur, bu nasıl bir otobüs, bu nasıl bir taksi, bu nasıl bir dolmuş cidden samimi inanın tüm içtenliğimle merak ediyorum siz bu yolculuğun sonunda hangi durakta ineceksiniz lütfen… Evet, bir soluk aldım, bekledim, demek bu işler böyle oluyor yani bu kadar basit birileri çıkacak bir dava açacak, dava reddedilecek ya da her neyse, aihm’ e gidilecek ve aihm davacı adına olumlu karar verecek ve davanın açıldığı ülkedeki türk-islam sentezi ideolojisi çökecek ve sizi de buna inandırdılar ve inandınız tebrik ederim! Saygı duyuyorum! Yani “adım Hıdır elimden gelen budur” demekte bize düşüyor. Gerçek bir kere daha sizi ayakta alkışlıyorum! “% 99’u müslümandır” tezi bu davanın sonucuyla ne olacaktı yerle bir olacak öyle mi, elleme güzel oldu! Yani bu tarz bir inanca sahip olmanıza yani yer olma kısmı hariç tebrikler, bir kere daha ayakta alkışlıyorum sizi! Saf mısın demiyorum, asla da demeyeceğim, hiç güç, hiçbir cevap, hiç birim asla size saf dedirtemez bana. Kaldı ki oldukça bilinçli, kültürlü, mücadeleci, hatta hatta davanızın “Dreyfus davası”na benzeterek yola çıkmış olmanıza da memnun oldum, umarım bu dava hakkında bilginiz vardır, ancak orası Fransa burası T.C. umarım bu farkın ne demek olduğunu biliyorsunuzdur. “…KAFASI PEK İYİ ÇALIŞMAYAN DÜZ MANTIKLI DEVLET ADAMLARI BU AMACI GÖREBİLİYOR DA,…” kesinlikle faşizmin en iyi şekilde uygulandığını bir coğrafyanın devlet adamlarına göstermiş olduğunuz iltifatı, ilgiyi, alakayı azıcıkta olsa yukarıdaki makaleyi yazan kişiye göstermiş olsaydınız ne din hanesinin ne de hane halkının şu andaki ikametgahı orası olmazdı burası olurdu! “SİZİN GİBİ PARLAK ZEKÂLI VE SOLCU BEYİNLER NASIL OLUYOR DA GÖREMİYOR ANLAMAK ÇOK ZOR...” öncelikle ben parlak zekâlım bir, çünkü sigortam yok, özel mülkiyetim yok, herhangi bir şekilde herhangi bir kapitalist devlete şu ya da bu şekilde hizmet etme adına bir bağımlılığım yok, evet arabamda yok, evimde yok, yani parlak zekâyı kullandığım hiç bir özel mülkiyet içeren bir durumum söz konusu değil. Solculuğa gelince üzülerek söylemeliyim ki ben solcu değilim, asla olmadım, asla da olmayacağım, bunu bilmenizde fayda var. Yani Fransız ihtilali sonrasında burjuvazi ve onun destekçileri sağda oturdu diye sağ değilim, işçi sınıfı ve onun destekçileri solda oturdu diye de solcu değilim, bilakis tersi olabilirdi ne olacaktı bu defa parlak zekâlı sağcı olacaktım, yani bu meseleyi hala pusulanın kuzeyi güneyi göstermesi bakmayın pusula kaynaklı değil manyetik kaynaklı keza şu ana kadar iki kutup dünyamız var diye bilinse de henüz pek çok çevre tarafından bilinmeyen ama kuramsal olarak tartışılan ve deneysel olarak da araştırılan her anda ispata yaklaşılan bir başka durum var o da dünyanın iki değil dört manyetik alanı olduğu üzerine bir tezdir, ne yapmış yapacağız şimdi diye siz merak etmeyin aynı zamanda bir jeofizik mühendisi olarak ileride parlatacağım bu konuyu! Sevgili Sinan Işık beyefendi ben zaten Aleviliği islamdan ayrı gören birisiyim, zaten Aleviliği bir din ve mezhep olarak kabul etmeyen birisiyim onun için resmi ya da gayriresmi makamların neyi nerede kimin için onaylayıp onaylamadığı beni bağlamaz. Kaldı ki makalemin gerekçesi tam bu aslında, yani Aleviliğin ne islam içi, ne de islam dışı olduğunu, din olmadığını, mezhep olmadığını savunuyorum. Yani bana bir kere daha tekrar okumanız gerektiğini söylettireceksiniz anlaşıldı! Lütfen tekrar okuyunuz. Kafamın karışıklığını, eksik bilgiye sahip olduğumu, gerçekten hem yukarıdaki makalemi okumadan hem de diğer makalelerimi okumadan anlamış olmanıza hayran oldum! Sizi bir kere daha ayakta alkışlıyorum, saygılarımla! Gerçek düşünüyorum acaba size bu cevapları içeren bu yazı yazmasa mıydım, oturup bir film izleseydim ya da kitaplarımdan birinin çalışmasına mı devam etseydim ya da yayınlamakta olduğum yayınlarla ilgili gelen yazılarımı okusaydım ya da yeni bir makale mi yazsaydım ya da yoldaşlarımla, arkadaşlarımla KIZILBAŞ ALEVİLİĞİ üstüne sohbet mi etseydim ya da kafayı vurup yatsa mıydım ne dersiniz, evet böylesine derinlikli, içerikli ve pek çok konuyu anlaşılır bir dille ele almış olduğum makale ile ilgili yapmış olduğunuz bu dolu dolu cevap niteliğindeki yorum karşısında resmen dilim tutuldu! Varolasın Sinan Işık! Bu dünya sana da kalmaz bilesin! İnan ben bu makaleyi yazarken payalanmak adına yazmadım bunu anlamak için müneccim olmaya gerek yok ama sizin yorumunuzu okuduktan sonra sizde bu tür bir yeteneğin olduğunu gözlemledim en azından. Bir de bilinçli günler dilemişsiniz, teşekkür ederim, inanın sizin yorumunuzdan önce bulgur pilavı, yemiştim ama sadeydi sayenizde kırmızı et ihtiyacımı da gördünüz teşekkür ederim! Cevap niteliğindeki yorumunuz kesinlikle inanın bende bir kilo ne diyorsunuz ona “pirzola” mı diyorsunuz evet aynen ona denk geldi teşekkür ederim! Şunu da bilmenizi istiyorum inanın yaşam boyunca tek amacım birey olarak insanlaşmaktır. Ve bunun tüm insanlık için gerçekleşmesi için mücadele etmektir. Ayrıca insanın insanı ve doğayı sömürmediği bir toplumda yaşamak adına mücadele etmekteyim. Umarım en kısa zamanda görüşürüz, eksik kalan kısımları tamamlarız, inanın normalde bu tür şeylere hiç zaman ayırmam. Bu yazımı sadece siz yüreğiniz ferah tutun diye yazdım. Rahat olun, merak etmeyin, sizde yaşıyorsunuz ki umarım uzun uzun yaşarsınız, bende yaşıyorum, yakın gelecekte kimin, neye, nerede, nasıl, neden hizmet ettiği açığa çıkar. Dolayısıyla ne diyordu şarkı sözünde “beni tarihle yargılayın, beni felsefeyle yargılayın”  öyle bir şeydi bizi izlemeye devam edin ne diyeyim, saygılar! Görüşmek dileğiyle. Selam olsun.  


HASAN HÜSEYİN BEYDİL
SAFLIK MI, SAF TUTMAK MI, SAF OLMAK MI?

“cemaat” denilen hareket kendi başına bir hareket değildir. Öyle sadece “abd” destekli “yeşil kuşak” adına büyütülmüş bir hareket değildir. “cemaat” özellikle 12 Eylül askeri faşist darbesinden beslenerek gelmiştir. evren kemalizm’in doruk noktalarındandır. Dolayısıyla “cemaat”i yeşerten büyüten de kemalizm’in kendisidir. Kendi yetiştirdiği büyüttüğü canavar tarafından yeniyor denilse de bu yanlış bir tespit. “cemaat” aracılığıyla kemalist devlet yenileniyor, güçleniyor. “ergenekon” davası denilen dava bir yanıyla güçlenen devletin kendi içinde geçmişten günümüze kadar “Komünizm karşıtı” kim varsa onların birliği, beraberliği ile büyümeye de devam ediyor. Bu coğrafya da resmi olarak adı geçen hiçbir parti muhalefet partisi olmamıştır. Her zaman her parti için devletin bekası, devamı, her şeyden öncedir. Evet, boşuna değildir dağlara taşlara “önce vatan” yazılması. Tek başına bu sloganlar bir şey ifade etmez gibi dursa da bu coğrafyada her zaman her dönem iktidar-muhalefet gibi duran güçler her zaman öncelikleri ideolojileri, politikaları, devlet ve vatan olmuştur. Onun içindir ki her ne şekilde ne olursa olsun yola devam, devlette devam esastır!

Geçmişte chp’nin solu, mhp’nin milliyetçiliği, msp’nin islamcılığı kontrol etmek adına kurulduğu iddia edilirdi. Halen de bu tür iddiaları olanlar var, hatta pek çok kurumun, cemaatin, partinin de ya bir inanışın ya da bir ideolojinin kontrolü altında tutulması için kurulduğu söylene gelmektedir. Oysa tam da durum bu değildir. “Ayran içtik ayrımı düştük” gibi bir durum değildir. Yaşanan çok basittir babanın oğlunu, oğlunun babasını katlederek tahta çıktığı 700 yıllık devlet sistemi ki “osmanlı”dan miras ki aynı gelenek “emevi, abbasi” devlet geleneğinde benzer şekildedir sözde müslüman devlet sistemi günümüze kadar gelmektedir. Kim kimi boğazlarsa boğazlasın dönüp dolaşıp yine “kürkçü dükkânına” gidiliyor. Postu yüzülen yine üretici güçler, halklar oluyor.

“cemaat-ergenekon” kavgası gibi lanse edilen bir çatışma varsa da ancak bir yandan da ergenekon dışı kalan aynı devletçi mantıkla hareket edenler diğer yandan cemaatle ortaklaşmaktadır. Bu da normal çünkü devletin bekası her şeyin üstündedir. Kimse de buna şaşırmasın. Burada garip olan hiçbir durum yok. Kaldı ki müttefik olduğu ab ve abd’nin de öncülüğünde gerçekleştirilmek istenen projelere de cemaat ve ergenekon dışı kalan güçler harfiyen riayet etmektedir.

Ayrıca “ergenekon” komutanlarıyla dışında kalan komutanlar farklı harp okullarında okumadı, farklı yerlerde görev yapmadı, farklı yerlerde savaşmadı, eni sonu hepsi “nato” ordusunun hizmetindeydi tıpkı diğer üye ülkelerin orduları gibi. Tabi buradaki ordu daha aktif görevlerde olduğundan biraz daha göze batıyor. Bundan da kimsenin zarar gördüğü yok. İçeride ya da görevde olan üst düzey komutanların takdir, nişan, madalya, ödüllerine bakılırsa nasılda güzel savaştıkları ve nasılda “nato” ordusuna hizmet ettikleri görülecektir. Bu da normal, iyi de hayır ne bekleniyordu ki ordudan. Ordunun yasal görevleri incelendiğinde bu görevlerden başka ne yapacaktı. Uzun yıllardır orduda “Komünizme karşı” cemaatte, abd’de, ab’de, ingiltere’de, israil’de, iran’da, arap ülkeleri de peki zaman zaman ya da her zaman bunların birlikte ya da değişik kümelerle işbirliği yapmasında garip olan nedir hiç düşündünüz mü, hiç şaşırmayın bu da normal.

İşbirlikleri, ittifakları, müttefik olmaları, hepsi normal. Asıl normal olmayan bunlara sözde muhalif olanların, bunlara karşı olanların, bunlara karşı mücadele edenlerin halen birleşmeyip de birbirlerine saldırmaları, eleştirmeleri, karşı çıkmaları, birbirinin kuyusunu kazmaları anormal olan esas budur. Halen şu coğrafya da onca ideolojik politik birikime, tarihsel, kültürel, birikime rağmen ısrarla birlik, blok, cephe benzeri anlayışların tam olarak gerçekleşmemesi anormal. Asıl sakat olan bunlar.

Karşı cephe de olduğu iddia edilenlerin verdikleri karşı mücadele gayet doğal. Ne yapacaktı sessiz mi kalacak, çiçeklerle mi karşılayacaktı. “Buyurun gelin alın yönetim de sizin olsun”, “o da sizin olsun bu da sizin olsun” mu diyecekti, elbette sıkı sıkı egemenliğini savunacak, koruyacak.

Muhalif olduğunu iddia edenler, alternatif olduğunu iddia edenler, birlik, blok, cephe her ne ise isimlere takılmadan kendine dönüp bakmalıdır. Ki gerçekten değişim, dönüşüm, devrim gibi iddiaları varsa. Yok, ben her geçen gün liberalleşeceğim ya da faşistleşeceğim ya da islamlaşacağım diyorsa buyur bataklık karşıda yolun açık olsun.


HASAN HÜSEYİN BEYDİL
“BİLİNEN YA DA BİLİNMEYEN” DE OLSA SÖMÜRELEN EMEKTİR

Uzun yıllar “kart, kurt karda yürürken çıkan sesten yola çıkarak dağ Türkleri, Arap ve Farslardan etkilenen Türkler, göçebe Türkler vs.” daha kim bilir emvai çeşit isimle anılan Kürtlere sonunda devlet eliyle geçtiğimiz yıllarda “Kürtçe” olduğu iddia edilen bir televizyon kanalı açıldı.

Kanalın “Kürtçe” kanal olduğunu dışarıdan bakan Kürtçe bilenler söylese de devletin ilgili kurumları “Kürtçe” kanal olduğunu söylüyor mu ona bakmak lazım.

Hadi diyelim ki “Kürtçe” kanal peki “Kürtçe” dediğiniz nedir diye sorulduğunda bu kanalda çalışanlar ve bu kanalı açanlar ne cevap veriyor acaba… Bunu hiç merak etmeye gerek yok açık net bir cevapla “bilinmeyen bir dil” deniyor. Peki devletin vatandaşlarından topladığı vergilerle kurdurduğu ve yayın yaptırdığı bu kanal “bilinmeyen bir dil” de yayın yapıyorsa bu “bilinmeyen dili” anlayanlar kim. Elbette ki bilinmeyen bir halk! Dolayısıyla kimse kimseyi kandırmasın ortada “Kürtçe” bir kanal yok. Sadece devletin eliyle “bilinmeyen bir dil”le bilinmeyen bir halka yayın yapan bir kanal mevcut.

Bu kanalın yasal, anayasal vs. dayanakları nedir bilen var mı diyelim ki var ve orada “Kürtçe” yayın yapma yetkisine ilişkin herhangi bir şey var mı yoksa “bilinmeyen dil” adına mı yasal düzenleme yapılmış. Diyelim ki “Kürtçe” adına yapılmış olsun, peki bu dilde orada çalışanların yaptıkları programları denetleyenler ya da düzenleyenler bu programları “bilinmeyen dil” bilenler mi yapıyorlar yoksa Kürtçe ile mi yapıyorlar. Burada çalışanlara maaşları verilirken bu maaşlar neyin karşılığı olarak veriliyor acaba “Kürtçe” program yaptıkları için mi “bilinmeyen dil”le program yaptıkları için mi. elbette savcının “Kürtçe” savunma yapmak isteyenlere “ bilinmeyen dil”le savunma yapamazsınız demesi ile “bilinmeyen dil”le yayın yapılır arasında ki çelişkiden de vazgeçelim bir an için. Böylesine saçma, sapan, akla mantığa zarar, hatta öylesine anlamsız ve boşu boşuna harcanan enerjiyi mi düşünelim yoksa bu toplumu aptal yerine bile koymayıp deli gömleği giydirircesine yapılan uygulamalara mı yanalım. Savcı hazırladığı iddianamede kendisi “Türkçe” iddianame hazırladığını iddia etse de Kürt örgüt, kurum, yayın organı, dernek vs. isimlerini ya da pardon “bilinmeyen dil” ile kurulmuş olanları nedense iddianamesinde “Kürtçe” yazabiliyor pardon “bilinmeyen dil”le yazabiliyor. Peki savcının iddianamede kullandığı dil “Kürtçe” ise neden “Kürtçe” iddianameye serbestte “Kürtçe” savunmaya izin yok, “bilinmeyen dil”le yazıldıysa “bilinmeyen dil ”de savcının iddia ettiği gibi sanıkların hepsinin “Türkçe” bildiklerini bildiği halde “bilinmeyen dili” bilip bilmediğini nereden biliyor bunu test etmiş midir… İddianamede geçen “Kürtçe” kelimeler, cümleler ya da “bilinmeyen dil”le geçen kelimeler ya da cümleler kim ve ne tarafından anlaşılacaktır, anlaşılacak ise bunların hangi dilden olduğu neden belirtilmiyor, belirtildi de sanıkların bundan haberi yok mu, hadi onların haberi yok avukatlarının da mı haberi yok… Savcının iddianamede “Kürtçe” ya da “bilinmeyen dil”i kullanmak hakkı olduğu kadar savunma makamın da “Kürtçe” ya da “bilinmeyen dil”i kullanma hakkı yok mu?

Uluslararası dil literatüründe “Kürtçe” bir dil olarak tanınmakta ve pek çok ülke de bu dil de pek çok faaliyet yürüten kurum bulunmaktadır. Hatta hatta en güvenilir olması açısında Türk cumhuriyetleri yetkililerine, elçiliklerine sorulabilir. Örneğin Azerbaycan’a, Kırgızistan vs. telefon açılıp bu “bilinmeyen dil”in ne olduğu ne olmadığı yetkililer tarafından öğrenilebilir. Keza müslüman olması açısından İran, Irak, Suriye ve diğer Arap ülkelerine de sorulabilir bu “bilinmeyen dil”. Yok, eğer hiçbir akademik, kurumsal, resmi vs. kurumlar da yeterli değilse internet de google ve facebook yetkililerine de sorulabilir bu “bilinmeyen dil”in ne olduğu sadece ilk yardım acil yardım olsun diye!

Bu arada “Kürtçe” olduğu iddia edilen televizyon mevcut hükümete abd dayatması olarak yaptırılmadı. Şurada anlaşalım abd ne bu ülkeye ne de başka bir ülkeye hiçbir şeyi dayatmaz. Dayatması gereken bir durum söz konusu olursa o ülke ile doğrudan ya da dolaylı bir şekilde savaşır. Peki, mevcut durum nedir, elbette ki abd’nin dayatması değil işbirliğidir “Kürtçe” televizyon. Mevcut hükümet abd ile olan uyum içindeki işbirliğinin sonucudur bunlar. Kaldı ki bu işbirliği sadece televizyon konusunda değil pek çok alandadır. Ayrıca bu işbirliği sadece bu coğrafya içinde geçerli değildir. nato üyesi olmasından ötürü abd bu ülke yetkilileriyle gerektiğinde diz dize siperlerde savaşacak kadar işbirliği içindedir. Dolayısıyla hükümete abd’ye kızmaya darılmaya gerek yok onlar kendi egemenliklerinin devamı adına ortak aldıkları kararları uygulamaktadırlar!

Ayrıca bu “Kürtçe” kanal gibi diğer pek çok uygulamaya tepeden inme demek tarih bilgisinden yoksun olmakla eşdeğerdir. Tarih bize en azından “tanzimat, meşrutiyet ve cumhuriyet” dönemlerinin incelendiği takdirde bu coğrafya da sözde yapılan reform, değişim, dönüşüm, demokrasi adına yapılanların her zaman tepeden inme olduğunu göstermektedir. Buna da şaşırmaya gerek yok.

Sistem aynen süreklilik arz ederek devam etmektedir. Dolayısıyla halkın kendisinin doğrudan yönetime katılma arzusu olmadığı sürece egemen güçler her zaman sözde demokrasilerini, değişimlerini, reformlarını tepeden inme yapmaya devam edecektir. “Halkın bunun tersine bir talebi olmayana kadar” burası önemli. Kendisini halkın yerine koyan çeşitli çevreler sadece ve sadece mevcut düzenin egemen güçlerine hizmet etmekten öte gitmemektedir sözde değişim, reform talepleriyle. Kaldı ki bu talepler ancak devrimle gerçekleşebilir onun dışında hâkim sınıflar sadece kendi çıkarları menfaatleri doğrultusunda yasal anayasal düzenleme yaparlar kimse çok fazla demokrasiye havaslanmasın ya da umutlanmasın.

Demokrasi özgürlük denilen hak öyle mevcut sistem tarafından verilen bir şey değildir ama alınan bir şey olduğu kesindir. Kaldı ki tarih burjuvazinin hiçbir dönem üretici güçlere eşitlik, özgürlük, adalet, demokrasi vs. adına hak verdiğini yazmamıştır. Sadece bir parmak bal çalarak üretici güçlerde bu hakları elde ettikleri gibi bir yalana inandırılmaya çalışılmıştır. Ancak gerçek bunu tam tersidir.

“Mevcut egemenler ya da geçmiş egemenler zaman zaman yasadışı ya da kanunsuz işler yaptı” gibi iddialar asılsızdır öncelikle bunu belirtelim. Hiçbir burjuva hükümeti yasadışı kanunsuz iş yapmaz. Bu arada burjuva devlet sistemi sadece ve sadece burjuvaları koruma, kollama, egemen kılma, her türlü hakka sahip olma vs. üzerinden şekillenmiştir. Burjuvazinin kendi devlet sistemi içerisinde yasadışı kanunsuz davranması denilen şey henüz o yapılan “hırsızlık, gasp, cinayet vs.” her ne ise onunla ilgili yasa kanun hazırlanmamıştır ya da hazır değildir onu da en kısa zamanda yaparlar ve o yeni gerçekleştirdikleri “hırsızlık, gasp, cinayet vs.” her ne ise bir de bakmışsınız ki yasal ve kanunlara uygun hale gelmiş. Bunda da şaşıracak bir şey yok sistem onun olduğu için dilediği gibi kanun, kanunsuzluk vs. yapabilir ancak dışardan bakıldığında ortada hiçbir kanunsuzluk söz konusu değildir, burjuvazinin uygulamalarında. Dolayısıyla da “bilinmeyen dil” de yayın yapan kanalın yayın yapmasını sağlamasında kanunsuz hiçbir şey yoktur. Kaldı ki darbeler, katliamlar, işkenceler, inkâr ve imha politikaları, kayıplar, işsizlik, açlık, yoksulluk ve daha pek çok şey burjuvazi için hiçbir zaman kanunsuz değildir bunların hepsi yasal dayanaklarla gerçekleştirilir.

Kaldı ki her kapitalist devletin gizli ve açık yasa ve anayasaları vardır, hiçbir şekilde açık yasalar ve anayasalar ne kadar reforme edilse de ne kadar insan hak ve özgürlükleri adına düzenlense de her zaman için gizli yasa ve anayasa devrededir ve diledikleri zaman bunu uygulamaya koyarlar. Bunun en bariz örneğini İngiltere’de metro patlaması, abd’de 11 eylül patlaması, çatlaması sonrası mevcut yasa ve anayasanın nasıl devreden çıkarıldığını yerine adı gizli olan ama gerçek anayasa ve yasalar sadece ülke sınırlarında değil tüm dünyada uygulamaya konuldu. Keza bu coğrafyada da her darbe sonrası benzer durumlar yaşanmıştır. Her seferinde bu gizli, yasa ve anayasalar devreye sokulduğunda ne hikmetse bunu özgürlük ve demokrasi adına yaptıklarını savunmuşlardır.

Ekonomik koşullar kullanılarak “uluslar” denetim altına alınmaz. Ekonomik koşulların her hangi bir ülke de, bölge de değişmesi gelişmesi o yerin üretici güçlerinin sömürülmesi içindir. “Yok, efendim falan yer de filan fabrika kuruldu falan yerde filan holding yerleşti” bu oradaki ulusu yönetme, denetleme, adına olduğu kadar esas olan oradaki üretici güçleri sömürmektir. Onların emeğinin daha da rahat sömürülmesi adınadır bütün o yeni yerleşmeler yeni fabrikalar holdingler.

Sömürü bir bütündür. Denetim bir bütündür. İşgal bir bütündür. Bunların birbirleriyle olan ilişkisi de bir bütündür. Sanki farklı elektronlarmış gibi farklı yörüngeler de yol alsalar da esasında aynı atomun çekirdeği etrafında dönen elektronlardır bunlar.

Sömürü sosyal, kültürel, ekonomik vs. şekli ne olursa olsun bir bütün halinde yerleşir ve bu doğrudan emeğe yönelik bir saldırı ve gasp şeklinde olur. Dini, dili, cinsiyeti, ulusu (detaylı bilgi için bu konuda ımf ve dünya bankasının, borsaların, kapitalist hükümetlerin, sermayenin el kitabına bakılabilir) vs. fark etmez ya az ya da biraz fazla olması sömürünün sadece şiddetini gösterir.

Hangi ülke ya da ulus olursa olsun kendine ait ulus yaratmak gibi bir sorunu yoktur. Esas olan onun sömüreceği emektir. Emek nerede olursa olsun burjuvazi için esas olan sömürülecek olmasıdır.


HASAN HÜSEYİN BEYDİL